Sabahın ilk ışıklarıyla uyanıp her sabahki gibi bizim kapının eşiğinde çıplak betona oturdum...-Ya az önce suya gitmiş ya da birazdan gidecek olmalı-diye düşünürken;uzak avlu kapısının tahta çatlaklarından birinden geçmekte olduğunu gördüm...Tabi ki O'ydu...nerden mi anladım?elbette ki giydiği her zamanki elbiselerinin renginden... Nasıl bir sevinç ve heyecansa;birden kendimi toprak damın üzerinde buldum...O'nu,arkası bana dönük suya giderken seyrettim...Ardından O'nu seyrettiğimin farkına varmış gibi bana döndü...Bir kaç derin nefeslenişle öylece durakladı...sonra tekrar isteksizce önüne dönüp yoluna devam etti...Nerdeyse o yüksek damdan kendimi aşağı bırakıp yanına gidecek oldum...Ağır adımlarla köşedeki yarı yıkık evin oradan kayboldu...Sabır neki neyin nesi o anda...kimin aklına gelir sabır diye bir kelime?...Durduğum yerde duramaz halde dönmesini beklemeye başladım...
*
Neyse ki bir kaç asır sonra yine kaybolduğu köşeden belirdi...O an...yarı yıkık duvarın arkasından sevdiğim kız değil de;güneş beliriyordu sanki...O yaklaştıkça her zaman yaptığı gibi taşlı topraklı yolda takılıp tökezlememek için azami dikkatle hem önüne eğiliyor hem de her bir kaç adımda bir;o güzel yüzünü bana doğru doğrultup bakışlar gönderiyordu...O kadar uzaklıktan bile gülümsediğini belli ediyordu...
*
Tam bizim evin köşesine varmıştı ki...kimsenin olup olmadığını anlamak için ürkekçe etrafa bir göz gezdirip başını kaldırdı bana baktı... Her istediğimizde bir araya gelme şansımız olmadığından belki;sadece birbirimizin dudaklarını okumayı öğrenmiştik uzun zamandır,yıllardan beri öyle anlaşabiliyorduk...Böylece uzaktan da olsa konuşabiliyorduk...Şimdiye dek çözebilmiş değilim hala...metrelerce uzaklıktan nasıl birbirimizin sesini duymadan;sadece dudaklarımızı kımıldatarak anlaşabiliyorduk?Hem de yan yana otururcasına...hala aklım almıyor... Yok yok ben veya siz ne düşünürsek düşünelim;bu işte ilahi bir şey var olsa gerekti...Başka nasıl açıklanabilir?ben de bilmiyorum...Bilen varsa söylesin diyemiyeceğim çünkü sadece Allah bilebilir ne olup ne olmadığını...
*
Dişleri belirdi güzelim dudaklarının arasından...karlı bir uzak ufuk çizgisi gibi...Gülüyordu...gülümsüyordu...gülmenin güllere mahsus olmadığını kanıtlıyordu bilmem kaçıncı defa...Hiç bir gül bu kadar gülememiştir..."Yanlızmısın?...dedi..."Sen varsın ya"dedim...Bir daha tebessüm etti...alt dudağını hafifçe ısırdı... "Kapıda beni bekle o zaman"dedi ve bu kez çabuk adımlarla evlerine yöneldi...Taş merdivenlerden bir boncuk gibi yuvarlanıp aşağıda, kapıda buldum kendimi...Demir çengeli yavaşça açıp ses etmesin diye aşağıya indirdim...Cennetle müjdelenmiş bir müslüman sevincindeydim...
*
İlk kez buluşacakmış gibi mi desem,bir daha buluşamıyacakmış gibi mi...öyle bir karışıklık içinde beklerken;-ki her buluşmamız benim için son buluşma olacakmış gibiydi-Hafiften ayak seslerini duydum...Terliğinin sesi...Bilmeyen yoktur her halde...terlik giyen birinin her adımda terliğinin yere nasıl değerek süründüğünü ve o sürtmenin çıkardığı tatlı hışırtıyı...Hele bu biri;sizin hayatta en çok sevdiğiniz se;bu terlik sesi yer yüzündeki bütün hışırtılardan daha hoş gelir size...Sonsuza dek durup soluklanmadan yürüsün istersiniz...
*
Bir de çay karıştırılırken bardaktan yükselen ve etrafı çınlatan bir tatlı şıngırtı daha vardır ki;ne zaman duysam,çocukluğumdaki Ramazan sahurlarına uyandırılıp,babamın veya Mehmet Tahir Abimin omuzunda ya da kucağında taşınıp sofraya götürülüşümü hatırlar;hem burkulurum...hem de inceden mutlu bir dalga geçer içimin çocuk yanından...
*
Bir elinde demin eve götürüp boşalttığı bidonu tutarken,diğer eliyle de bir hırsız sessizliği ve ustalığıyla,tahta kapının demir mandalını kaldırdı ve hem eğilerek hem de hafif yan dönerek dar ve alçak kapıdan süzülüp içeri girerken;her zamanki gibi eşarbının ucunu kapının ahşap kıymıklarına takılmaktan ve tabi kapıyı duvara çarpmaktan kurtaramadı...Her gelişinde olduğu gibi bu kez de İçinden;bu kapıyı bu kadar biçimsiz,dar ve alçak yap(tır)an alçaklara ağız dolusu veryansın ediyordu...Sonra eğilip sağ elindeki boş bidonu yavaşça yere bıraktı boş bidonun yere değen yanından hoş bir tınlama duydum...Dirseğine dek sıvanıp toplanmış gömleğinin kol ağzından hala sular damlıyordu...İki kat kumaştan özenle dikilmiş omuzluğunu da yine ıslak halde bidonun üzerine bırakıverdi...
*
O'nun gelişiyle odanın kapı aralığından bir süre bakakaldım...karanlık arkalara doğru çekilip saklandım...Zaten pencerelerin kepenkleri kapalı ve sıkı sıkıya örtülü olduğundan;içerisi oldukça loş,yarı karanlıktı...Sanki benim orada olduğumu bilmiyormş gibi hafiften boğazımı temizler gibi öksürdüm...Odanın kapısında belirdi...sesimi duyar duymaz hastanelerin koridorlarında asılı işaret parmağı dudaklarında sus işareti yapan hemşire resmini andıran bir hareketle;"sus!ses etme...zaten burda olduğunu biliyorum"dedi...
*
Güneş,içeriye küçücük pencereden ince bir ışık hüzmesi gönderiyordu ve tabi hüzmenin çizdiği ışık sınırı dahilinde toz zerreleri uçuşuyorlardı...yerimden kalktım...O'na baktım öylece...nefes nefese kalmıştı...bidonu üzerine koyduğu sol omuzu hala sırılsıklam ıslaktı... O'na yaklaştım...Boyu boyuma yakın olduğundan vücudumuz baştan aşağı muhtelif yerlerimizden birbirine temasa geçerken,sıcaklık içinde bir birimize zarif ve usuldan dokunmalara başladık...
*
O'na ne yaptığımı,O'nun bana neler yaptığını,birbirimize neler yaptığımızı sormayın şimdi...ben de tam olarak hatırlamıyorum...-Ya da olsa olsa hayâl meyal,o kadar-Ama hala kendimi o toz tanelerinden biri olarak,o ince Nur'un hüzmesinde uçuşuyor ve hala konabilecek bir yer bulamıyor gibi hissediyorum...Yani belki de artık hissetme duyumu kaybediyorum...bilmiyorum...
*
Bilâl Mardin
*
*
UYARI:TÜM HAKLARI YAZARINA AİTTİR,İZİNSİZ KOPYALANIP KULLANILAMAZ.
