müebbet yalnızlıktan kadim hayâllere

Amatör bir şair,acemi bir ressam,meraklı bir yazar ve bestekâr bir müzisyen...


yurduma ve yarime dair...

19 Ekim 2009 Pazartesi

Şifre


Seni;bütün çaresizliğimle
özlediğimi bilmesen de olur...
Cevabı duyulmayan bir çığlık gibiyim...
Durup dinlenmeden
ve sesim kısılana
çatlayıp çatallaşana kadar
kopuyorum genzimden...
Ne sen bilebilirsin bunu
ne de asıl bilmesi gereken...
sahipsizin bir sahip araması...
sahipsizin
birinin kendisine
sahip çıkmasını
beklemesidir benimki...
öylece...beklemektedir...
Sevgiliye açık kalır gözlerim...
duaya açılan kocaman avuçlar gibi...
ya zülcelal vel ikram!
ya leyl u sabiqunnehar!
ya heyyul qeyyum!...
şifredir...
Allah'tan gayrı
kimseler bilmesinler diyedir...
*
Bilâl Mardin

12 Ekim 2009 Pazartesi

Köroğlu'nun ardından


Varın deyiverin köşkün beyine
güvenmesin fazla hiç bir şeyine
bize korku salmak onun neyine?
onun iti varsa bizde kemik çok...
*
Söyleyin çok fazla böbürlenmesin
tespihin sallayıp büyüklenmesin
bari kendi için bir kez dinlesin
çatık kaşlarından hiç korkumuz yok...
*
Deyin çeyrek akla uyup kalmasın
üstümüze çakal-çukal salmasın
dağlar kendisine kalır sanmasın
tehditleri sökmez kursağımız tok...
*
Beyliğini bilsin bey ise şayet
zırtpırt eylemesin bizden şikayet
kimse susmaz zora ilânihayet
bulur kaftanını sıktığımız ok...
*
Sorgusuz yargısız bizi vurmasın
orta yerde nara atıp durmasın
kedide fazlası!...bıyık burmasın
yaşatırız ona şok üstüne şok...
*
Bilâl Mardin

10 Ekim 2009 Cumartesi

Testi


Gel!
Beni gözlerinin sislerinden
yanaklarının terinden
dudaklarının gözelerinden emzir
mırıltılarınla uyut beni
kirpiklerimde kirpiklerinin
gölgelerini gezdir...
Bir seher serinliğince
kahvaltı öncesi
dipsiz bir özlem
ve doymaz bir açlıkla
sinendeki irem ülkeden
buram kokular getir...
üşüyüşlerimi kalb sesine sar
gülüşünün hüzmesine tut
şu çocuk somurtuşumu
gelişinin gül bahçesine çevir...
yanaklarıma savur
kara kestane saçları
sesinin cıvıltısını
inleyişlere yorgun
suskunluğuma geçir...
Yolum vatansızlığıma
sende terkediyorum
gözlerimden yağdığım
gönül topraklarımı
bu kopuşu sonsuz sabrınla
ebedi vuslatımıza çevir...
Belalara yazgın başımı
dizlerinin kadifesine yatır
nasır mağduru parmakları
dökülmekten kaçkın
ağaran saçlarımda gezdir...
Avuçlarına dökülsün
sahra sarı yanaklarım
bana nefesinin serinliğini içir...
Yine gidecek olan benim
vedaya bile zaman olmadan
kucaklaşıp helalleşmeden
davran hadi vakit geçmeden
bana yokluğunla doldurduğun
yamalı heybemi yetiştir...
Dün akşam bu vakitler
altında iki büklüm kaykıldığın
boyundan aşkın su testisini
bu ağlamaklı sabah vakti
yerlerin ağlayan yanaklarına devir...
Ola ki bu gidiş dönüşsüz olur
yine de sen haykır zılgıtlarını
yüzüne nur aksın gözyaşınla bir...
*
Bilâl Mardin

8 Ekim 2009 Perşembe

Arsız ayrılık


Söylemem gerek
sesim suskunluğa hüküm giymeden
gözlerime ölümün
koyu karanlık perdeleri inmeden
söze gerek ne varsa
hani ertelenip duran
ertelendikçe azarıp kuduran
kangren acılara dair...
Ruhumun meram-ı lisânı
Ne beni kendimden geçirecek
bezekli beylik cümleler
ne anlamsızlıktan ibaret
yazılar ve şiirler
ne de içlerinde
yol iz bilmeden kaybolduğum
kokundan ve soluğundan
uzam uzak şehirler...
Bu susuşum
bu ağlamaklı duruşum
bu boynu vurulmuşlar gibi
başımı yerlere düşürüşüm
bir tokat olup patlasınlar diye
kıvılcımlar saçarak gözlerinden
ki darma dağın
dağılayım bakışlarında
bilesin diye senden olmak
nasıl cehennem taşkını alevlerden
daha yakıcı bir giysidir bana
göresin diye daralınca insan
sığmaz sığınmaz
hiç bir mazerete hiç bir yalana...
Artık malumun olsun
seni ne kadar özlediğim
seni düşlerken gözlerimden
sararmış sıska yanaklarıma
nasıl yaşlar dizdiğim
ve nasıl da aklı yitikler gibi
köşe bucak
bulurum diye gezindiğim...
Ortaçağ pazarlarında
haraç-mezat bir köle gibiyim
ne kadar da yok pahasına
gözden çıkarmış gibisin beni
bilmiyormusun hâla
benden vazgeçmekle
asıl kendinden el çektiğini
benden caymakla
aslında hayata yenildiğini
İkimizin biribirimizin
yokluğuna kurban gittiğini?!
gör diyorum
nasıl bir ibretlik hale salmışsın beni
kocaman bir leke gibi durur
alnımın orta yerinde sensizlik
utanıp arlanmak bizi aklamaz
böyle bir lekeyle
zaman geçip ömür dolmaz
yarılan yerlerin
yarıklarına yuvarlanmak
bizi bulandığımızdan paklamaz...
*
Bilâl Mardin

6 Ekim 2009 Salı

Hey küçük kız!


Hey!küçük kız merhaba...Eski zamanlara sığmamış bakışların...Sanki o zamanlarda kalan her şeyi alıp yeniliyor,yineliyorsun"hiç bir şey bu kadar çabuk ve kolay eskimez"der gibi bakıyorsun...Bu resmin;her şeyi kendi başına ne kadar net,kesin ve keskin özetliyor değilmi?Yaşadığımız hayata ne kadar benziyor.Bu yırtık,buruşuk ve hatta bir kısmı kopmuş kaybolmuş resimdeki bakışını ilk gördüğümde;elim kalemden çözülmüş,öylece apışıp kalmıştım...Hani çok yangın bir türkü-şarkı dinler ya insan,öyle çarpılır,oradaki bir söz,bir cümle,ya da bir kemanın inlemesi titremesi,gönül telini titretir de gözlerden bir sel yanaklara bırakıverir ya kendini...İşte öylece kaldım bir müddet.Duruldum ki;zaten hep öyle sakin,öyle suskun öyle durgundum.
*
Gözlerinde çocukluğumuzun bayramları,hani o;çoğu zaman ceplerimizin yetmeyip,topladığımız o cicili bicili şekerleri içine dolduralım diye yanlarımızda naylon torbalar taşıdığımız bayramlar.Akşamlara kadar bir lokma ekmek yemediğimiz halde sevincimizden açlığımızı hatırlamadığımız bayramlar...Bize alınan yeni elbiselerimizi,-naylon da olsa-ayakkabılarımızı başucumuza koyup;ikide bir gözlerimizi kısık kısık açıp pırıltılarına baktığımız,heyecandan gözümüze uyku girmeyen bayramlar...Normal zamanlarda kapısının eşiğine değil,sokağından bile geçmediğimiz evlere girip çıktığımız bayramlar...Para versinler diye değil,sadece"büyüklerin şekerlerinden"biz çocuklara da versinler diye boynumuzu bükedurduğumuz bayramlar...
*
İşte kara saçların duruyor öyle,bu sararmaya yüz tutan resimden bile belli,ne kadar coşkun bir şelale oldukları,her sekip koşturuşunla ne kadar anlatımlara sığmaz bir sevimlilikte rüzgarları yara yara savruldukları...Biliyormusun güzel kız?seni saçlarının iki yandan bağlanıp nazlı nazlı kumru yürüyüşleriyle yürürken düşlüyorum.Belki bir karlı-efkarlı kış günü,kızarmış burnunu gelip bağrıma dayamanı istiyorum.Bir insan kucaklamaya hasret kalan kucağımın insan sıcağına olan hasretini,o küçücük bedeninde gidermek istiyorum.Bunu çok istiyorum,evet...hiç bir zaman olmayacağını bilerek de olsa,istiyorum...Yani ben o saçların koyu kara renginde,gölgelenen bir tel gibi kendimin ve senin bilmediğin bir yerde kopup gidiyorum...İşte bu kopuştur belki,bana şimdi bunları yazdıran,bu kopuşluk ve eksensizliktir belki,bu kadar eski yaraları depreştirip azdıran...Bu kopuş işte,bize diri diri ayrılık kabristanında derin-dipsiz ve hatta kimsesiz mezarlar kazdıran...
*
İlkin dedim,bir şarkı olmalı bu buruşuk resimdeki bakışı anlatmak için,şarkılarıma döndüm,ama hiç birinde o gözlerdeki kadim ışığa layık bir ezgi bulamadım.Sustum bir süre,hep sustuğum gibi,"yok,bu böyle olmayacak"dedim,ömrüne yandığım ağaçlardan mürekkep kaç tane müsvedde buruşturdum sana yazarken.Sevgilisine ilk aşk mektubunu yazmaya çalışan;ama hiç bir kelimeyi başlangıç için uygun ve yeterli görmeyen bir liseli delikanlı heyecanı duyuyordum sana yazarken.Belki bu yüzden bu kadar geciktim sana yazmaya...Varsın gecikme bedeli gözyaşlarım olsun;sana olan ödenmez vefa borcumu öderken...
*
Sonra sana bir mektup yazmak istedim,hiç gönderemesem de dert değil,benim yazıp yazıp gönderemediğim o kadar çok mektubum oldu ki.Ya da bir şiir yazayım dedim,şiire ne kadar sığardı,öykü desen aynı,hikaye,roman,şarkı-türkü ya da başka bir şey...Şu an yazdıklarım bile,sana olan hissimi, bu resmin;içimde uyandırdığı fırtınayı ne kadar izah eder,ne kadarını anlatır,bu tufanın ne kadarına yeter ki?Şimdi bu resme bakıp bakıp doluyor,belki de boş sözlerle boş cümleler kuruyorum.Ah güzel kız!..Sana güzel değil,güzele sen diyorum...Kendimi en olmadık zamanlarda,seni şu halinle düşünürken buluyorum...
*
Neki zordur bir destana destan yazmak.Zordur güzelin güzelliğini anlatmak,görmek gerek,yaşamak gerek,dokunmak gerek,değmek gerek;parmak uçlarıyla da olsa,hayata değer gibi,suya değer gibi,taze bir tomurcuğun ilk yapraklarına değer gibi,bir ateşin alevden diline değer gibi,bir tutsağın görüş gününe hazırlanma burukluğunda da olsa,hani gelecek olan gözü yaşlı ziyaretçisini bekler gibi,baharı kanatlarında özetleyen kelebekler gibi,o kelebeklerin,konup konup uçuşlarına açılan biri diğerinden davetkar çiçekler gibi...İşte zor...Ama imkansız değildir her halde;iki satırın belini kırıp bir kaç acemi kelam etmek,Sana layık değilse de,içimden kopup gelen bir söz sağanağında,aramızdaki uzaklığın kahrolası sessizliğine baş kaldırıp rest çekmek.Çünkü zordan daha zor olan tek şey,bu kadar zorlukla başedemeyip onursuzca pes etmek.Biz pişman olup pes etmek için savaşmadık,öyleyse yaraşır mı bize kendi kepaze tekliğimize çekilmek?
*
Dillerim tutuk güzel kız;yıllardır kalemle ahbabım ya;yine de genzime tıkanan bir yangın gibi duruyor endamın.Seni ağaçların filizlenme vakitlerine,seni suyun gümra ırmaklarca berrak köpürüşlerine,seni gecelerin mum ışıklarıyla paylaşılan yalnızlık vakitlerine,seni dostların hasretiyle yanan sigaraların dumanlarına,Seni mahkumu olduğum bir koca şehrin orta yerine,seni boşuna yaşlanmış olmanın,telafisi olmaz yitiklerimden kalan kederine,seni ülkemin dağ dağ,nehir nehir,orman orman,yalçın yalçın her köşesine,her bir sınır çeperine,seni içimdeki dipsiz derinliklerden daha derine,seni bassam sızılarıma merhem yerine...
*
Korkuların değilim ben küçük kız,öyle korkarak bakma bana,kaygıların değilim;seni bekleyen canavar bir hayata,azgın bir topluma,insan olmaktan mahrum insancıklara dair beslediğin.Kabusların değilim küçük kız,belirsiz yarınlardan köşe bucak büzgünlüğünün ve üzgünlüğünün üzerine gelen.Ben değilim küçük kız;sana hayatı bir karabasana çevirmek için olmadık bahaneler uydurmaya yeltenen.Yani bir patikada koşturuşunla,ayağın tökezleyince diz kapaklarına saplanıp kanatan sivri taş parçası değilim...Olsa olsa;seksek oyunlarında minik parmaklarınla tutup kenara ittiğin saçlarınım...ya da biir çift gözüm sadece,bir çift gözlük camının arkasından;sırf resimlerden gördüğün.Resmine daldıkça,uzak dağbaşları gibi boğum buruk belerip sislenen.Bir çırpık yüreğim sadece,sesini duyduğum vakitler göğüs kafesinden dışarı çıkmaya depremlenen.Benim güzel kız!...bu akşam dar vakit,darda kalmanın verdiği ızdırapla sana kelime kelime söylenen,seslenen,çok uzaklardan da olsa;gülüşünden, kokundan,dudağı yumuk uykundan mırıl-mışıl nefeslenen...
*
Çocukların havanlara,tanklara,panzerlere ve"seken kaza mermilerine"hedef seçilip,serçeler gibi vurulup,paramparça dağıtılıp bırakıldığı bir iklimden bakıyorum sana...Öyle bir iklimde yaşamanın hicabını duyarak kaçırıyorum gözlerimi gözlerinden.Asıl hicap duyması gerekenlerin utanmazlığı,aymazlığı,"amannn canım ne olacak sanki?tohumuna para mı saydık?ölmüş de ne olmuş?boşver gitsin"leri yüzünden.Yine de bu iklimden hiç bir yerlere gitmeyeceğiz,her ne olursak olalım dert değil,biz bu iklime saçların ve mendillerin özgürce savrulduğu o dağ rüzgarlarını estireceğiz,o asla gelmeyecek gibi gelen güzel günleri,içlerindeki güzelliklerle beraber getireceğiz...
*
Bilâl Mardin
UYARI:TÜM HAKLARI YAZARINA AİTTİR.İZİNSİZ KOPYALANIP KULLANILAMAZ.

4 Ekim 2009 Pazar

Bulutlarına yağmursarım


Kocaman bir"ah..."gibi
duruyoruz hayatın genzinde
kocamış bir"ah..."ile
içime doluyor susuyorsun
söz ki ar eder...utanır sesinden
işte nefesimle soluyorum seni
her bir mırıltıyla nefeslerinden...
Susma konuş!..
hayattan gider gibi
gidiyorum senden
haydi konuş!..
başka nasıl diner bu ayrılık
nasıl avunur bu hıçkırık
nasıl telafi olur bu kopuş?...
Seni mısra mısra
Seni şiir şiir...
Seni ünlem ünlem
işliyorum yürek günlüğüme
ne kadar mutluyum bilemezsin
o hicrân gözleri gördüğüme
haydi bir el at
uzan parmak uçlarınla
senden başka kimsenin
dokunuşu çare değil
şu basiretime atılan kör düğüme...
Yazılmayı bekleyen
bir kağıt gibi yayılıyorsun
hayâl defterimde
Sana kalem olmayı bekledim
ömrümün en şiir yerinde
yanağına ikimize dair
nağme nağme şarkılar,
ezgi ezgi türküler,
yaşam yaşam öyküler
kafile kafile kuşlar
fersah fersah gülbahçeleri
galaksiler dolusu yıldızlar
ve ömrü güzelliğine
kanmamış kelebekler
yanaklarına gözyaşımın
saydam sıcağı
kanımın kızıl kıyamet rengiyle
mürekkep olup akmayı bekler...
Sana bakarım ben
bir daha göremeyekmişcesine
özlemle sevdayla sevgiyle
suskunluğum yarılır
o billûr berrak pınarlarca fışkıran
beyaz yumaklarla köpüren sesine...
körlüğüm aralanır yüzüne
güneşe aralanan bulutlar gibi
yıldızlara varıp her biri aktıkça
arkalarısıra dilekler tutar gibi...
Hiç bilmediğim bir şehirde
çok iyi bildiğim bir şey yapıyorsun
bizi düşünüyor bizi düşlüyorsun
ve düşlerinle içime düşüyorsun
ışın ışın bir şimşek gibi
ışığın kıvılcımlar bırakıyor
gözlerimin buğultusunda
kulaklarım pasından arınsın istiyorum
sesinin şakrak uğultusunda...
mevsimini şaşırmış bir yağmur gibiyim
sadece yokluğuna yağıyorum
varlığına olan hasretimle
birbirimizin yokluğuna ağlıyorum...
*
Bilâl Mardin

1 Ekim 2009 Perşembe

Gözyaşı müptelâsı


Uyur uyanık halde,gözlerim sabah aydınlığına henüz alışamamışken,annemin çığlığıyla irkilip yataktan sıçradığım gibi,çıplak ayaklarla avlu kapımızdan dar sokağa fırladım."askerler babanı aralarına alıp götürdüler oğlum...yetiş git...öldürecekler!..."diyordu arkamdan.Uykudan yeni uyanan bir insan için,birden bire bunun idrakine varmak neye tekabul ederse,o korku,panik ve heyecanla köy dışında;iki yıl önce,dağlıların karakola saldırısı yüzünden boşaltmış bulunduğumuz beyaz badanalı evimize doğru,çıplak ayaklarla seke-sakına yürümeye başladım.Gerçekten de evin etrafında askerler toplanmışlar,bir astsubay durmadan sağa sola bağırıyor,askerlere bile ağıza alınmadık küfürlerle emirler sıralayıp,çatlak ve berbat bir ses tonuyla haykırıyor,konuşurken ağzından tükrükleri fırlıyordu.O karma-karışıklık içinde,belli belirsiz babamı görünceye kadar,kendimi her adımda,sökün edip ortalığı sarsacak kurşun seslerine hazırlamaya çalışıyordum.Neyse ki silah sesi filan gelmedi,biraz daha aceleyle aralarına vardım ki ne göreyim!...
*
Meğer askerler,sabahın erken saatlerinde gelmişler,evin kuru taşlarla örülü avlu duvarlarından başlayıp,kapısı-penceresi,önlerine ne gelmişse,yazık günah demeden kırmışlar,içeriyi bombardımandan çıkan bir harabeye çevirmişlermiş çoktan...Annemler de ancak,bunu gören köylülerin haber vermesiyle olayı farketmişler.Elim ayağım çözülmüştü,aynı astsubay,"evini pkk'lılara kiraya mı verdin?canları sıkıldıkça gelip buradan bize taciz ateşi açıyorlar"gibi şeyler söylüyor,hâla babama bağırıp çağırıp yakası açılmadık küfür ve hakaretlerine devam ediyordu.Babamın esmerimsi yüzü,boynuna idam ilmeği geçirilmişçesine kararmıştı...Sanki nefes alıp veremiyordu.Sadece yarım yamalak türkçesiyle duruma çekingen itirazlar etmeye çalışıyordu.Bir an dönüp bana baktı babam,O'nu hiç bu kadar çaresiz çözümsüz bakarken görmemiştim.
*
Zaten çok değil,iki yıl kadar evvel dağlılar gelip bizim evin bulunduğu tepenin oradan gerçekten de karakola baskın düzenlemişler,sanırım bir kaç can kaybı filan da olmuştu.O sıralar ben köyde olmadığım için bana anlatılanlardan biliyordum o kadarını.Ama o zaman henüz ev halkı evdelerdi.Dolayısıyle yine askerler baskın sonrası bu kez eve baskın düzenleyip babamı ve ortanca ağabeyimi almış,onbir gün boyunca insanın anlatmaktan bile ürkeceği ağır işkencelerden geçirmişlerdi.Babam günlerce kaçak tütün saramamış hale gelecek kadar.İşte bu gün de bu olay,bir kaç gün önce dağlıların açtığı taciz ateşi sebebiyle oluyordu.Aslında bu kez olayın,evin bulunduğu yerle her hangi bir ilgisi yoktu,taciz taaa dağların tepelerinden yapılmıştı,ama bu bile onlara;evin ortadan kaldırılması için yeter de artar bir bahane olmuştu.
*
Çok geçmeden duyan gören köylüler,kadın erkek,çocuk demeden etrafımıza toplanmışlardı.Yaşlılardan biri komutana ne yapacağını sordu,o da;evin akşama kadar buradan silinmesi gerektiğini;aksi halde herkesi öldüreceğini filan bağırmaya devam etti.Herkes elbirliğiyle evin eşyalarını kelimenin tam anlamıyla yangından mal kaçırır gibi taşımaya başladı.Süngülerle yırtılmış zahire çuvalları,üzerine defalarca basılıp çiğnenmiş,unufak olmuş kuru tütün balyaları,bir teki bile sağlam bırakılmamış olan,annemin özene bezene kışa hazırladığı cam kavanoz konserveleri,duvar boyu aynalı vitrin,yataklar,yorganlar ve daha bir evde olması gereken sayamadığım kadar eşya,öteberi,karman çorman bir yığın olarak,önce hallaç pamuğu gibi üst üste atılarak dışarı taşındı,sonra sağlam ya da kullanılabilir olanlardan her kes taşıyabildiği parçayı alıp,köydeki evin avlusuna götürüp üstüste yığmaya başlamıştı.Komutan dedikleri şahıs,benzinin dökülmesini emretti bir yandan.O karmaşa ve heyulâda kimse başını kaldırıp diğerine bakamıyordu bile.
*
Ben de yalınayak bir kaç kez gidip geldikten sonra,biraz nefeslenmek için durup evden yana bakarken,dumanların tüttüğünü gördüm.Bir sonbahar sabahının aydınlık güneşinde kara-mavi bir duman,dağınık bir şekilde göğe yükseliyordu...O vaziyette öylece kalakaldım.Biraz nefeslenip kendime gelmeye çalıştım,naylon ibrikten yüzüme biraz su çırptım,kurulanmadan tekrar evin etrafındaki kalabalığın oraya doğru gittim.Komutandan rica etmişler"hiç değilse evdeki ahşap direkleri çıkarıp alalım"diye,o da evi yıkmamız şartıyla kabul etmişti.Hem zaten üzeri beton kaplı olduğundan belki,tavandaki ahşap direkler çok az yanmışlar,daha çok dumanın isinden kararmışlardı.
*
En umulmadık insanlar bile yardım etmek için çırpınıyorlardı.Böyle berbat bir günde bile insanların elbirliğiyle bir şey yaptıklarını görmek;bana içimden içime bir sevinç de vermiyor değildi.El birliği edilince neler yapılabileceğinin canlı ve oldukça trajik bir örneğini yaşayarak görüyordum.Bazı yaşlı kadınlar seslice ağlıyorlardı.Sanırım üzerimde hiç o gün kadar,bana acıyarak bakan gözler hissetmemiştim.
*
Duracak düşünecek zaman olmasa da;her insanın ne yaptığı,nasıl hareket ettiği,birer resim karesi gibi hatırama kazınıp yerleşiyordu.Bu unutulmaz karelerden biri de;o çok sevgili hatta muhterem Şerif"amcam"ın,hiç bir şey yapmadan oturup,bir yandan da bu yetmezmiş gibi,bir de keyifle tabakasını çıkarıp sigara sararken,bir yandan da köylülerden biriyle şakalaşması daha çok,O'na alaylı ifadelerle takılıp,kendine mahsus tıslamalar çıkararak gülmesiydi.Bu o kadar rahatsız edici bir tavır olmuştu ki;Komutan dedikleri hissiz adam bile ona dönüp,"sen buranın ağasımısın ulan teres?!...insanların halini görmüyormusun?ne öyle kurulmuş keyif çatıyorsun,hadi davran...sen de bir şeyin ucundan tut götür"diye kalayladı.Şerif"amcam"ın yüz ifadesi işte o an görülmeye değerdi.Altına sıçmış çocular gibi,isteksizce kalktı,tabakasını kapatıp cebine koydu,yarısı yanmış ahşap direklerden birini omzuna aldı,götürüp köydeki evin avlusuna fırlatıp gözden kayboldu,akşama kadar da bir daha ortalıklarda görünmedi.
*
Unutamadığım bir diğer görüntü de;o zamanlar altı-yedi yaşlarında olan kardeşim Ferat ve zaten ondan iki-üç yaş büyük olan Zübeyde teyzemin oğlu Ali ile beraber el arabasıyla eşya taşırlarken,el arabasını boşalttıktan sonra,dönüşlerinde Ferat'ı arabaya oturtması ve güle oynaya şarkılar söyleyerek gidip gelmeleri,bu işi çok eğlenceli bir oyun gibi görmeleriydi.Şartlar ve gidişatlar ne olursa olsun,çocuk her zaman çocuktu ve hiç bir şey çocukluğun zırhına kar etmiyor,o tılsıma işlemiyordu.Aslında bir yanıyla güzeldir bu,çocukluğun her şeye karşı bu kadar insanüstü bir mukavemetinin olması.Ama bir diğer yandan,bu durumun;gören ve bilen diğer insanlar için bir trajedinin,dramın,ve facianın yarattığı tadı zehir-zemberek bir manzara olması.
*
Artık eşya taşıma faslı bitmiş ve bu kez gençler,elbirliğiyle balyozlar,kazmalar,çekiçlerle vurmaya başlamışlardı."Birlikten kuvvet doğar"derler ya,o gün birlikten yıkım doğuyordu.Komutan o gece rahat ve derin-tasasız bir uyku çekti mi bilinmez,ama o gün akşama kadar ev yerle bir edilip bırakılacaktı.Mehmet Tahir ağabeyim de aralarında her kes bir yandan vurup yıkmaya koyulurken,bir süre durup öylece onlara bakakaldım.Ağabeyim benim öyle donuk vaziyette baktığımı görünce yarı azarlar bir ses tonuyla"hadi bilal!...durup düşünme vakti değil...bir an önce yıkıp gidelim buradan"diye seslendi.Ben de diğer bir kaç gencin yaptığı gibi,kazmayı kapıp duvarlardan birinin üzerine çıktım,o kadar dengesiz bir haldeyken,bir yandan dengemi sağlamak,bir yandan da kazma sallamak öyle bir şeydi ki...Ayakta durmakta bile zorlanıyordum,bir kaç kez düşecek gibi olup ileri geri savruldum.Ama bırakamazdım,komutanın bağırtıları kulaklarımda çınlamaya devam ediyordu,hâla ne olup bittiğini anlayamamış gibiydim.Ya da zaten anlam verilebilecek bir tarafı yoktu.Her şeyi bırakıp arkama dönüp bakmaksızın koşup o lanet yerden gitmek istiyordum.
*
Biz yıkıma başlarken komutan;istediğini bir kez daha elde etmenin o nev-i şahsiyetlerine münhasır ama hiç bir zaman ne olduğunu bilemeyeceğimiz bir duygu ve edayla askerlerini topladı,hep beraber arabalara binerlerken,iki asker,içinde sadece İstanbul dönüşlerinde ağabeylerimin Ferat ve diğer kardeşlerime getirdikleri oyuncaklarının olduğu demir sandığı,içindeki envai çeşit oyuncaklarla beraber,iki yanından tutarak bagaja koyup oradan uzaklaştılar.Ben şimdiye dek kendime sormuyor değilim"hadi sandık demirdi,işlerine yarardı diye aldılar da,oyuncaklara ne halt edeceklerdi?diye.Demek ki bunların hışmına uğradığınız zaman oyuncaklarınız bile sakıncalı olabilirdi.Hani Kemal Sunal filmlerinde bir replik vardır"çoh sahıncalı bir durum"deyip düdüğe bütün gücüyle yüklenir ya;biraz o misal.Traji-palyaçoluk bir hal ve gidiş işte.
*
Demin"sandık"dedim değil mi?Evet annemin-sözümona-bir"çeyiz sandığı"vardı.Zamanın el işi ustalığıyla yapılmış ceviz ağacından mürekkep ahşap bir sandık...O sandık ilk çocukluk yıllarımda bana hep gizemli bir hazine yeri gibi gelirdi,gerçi hiç bir zaman kapağına kilit vurulmaz;aslında içindekiler bizden ve en çok da benden saklanıp kaç(ırıl)mazdı,ama yine de görünüşü bir gizem içeriyordu.Belki içgüdüsel olarak öyle bir izlenim edinmiştim,belki de çoğunlukla"sandık"deyince,ille de akla saklanan şeylerin gelmesinden ötürü böyleydi.Yıllarca o sandıkta;içinde,annemin gelinlik yıllarından kalma iki çift terlik ve bir kaç parça elbiselik süslü-yaldızlı kumaşlar bulunan küçük bir bohça olurdu.Annem;ne o iki çift terliğe kıyıp ayağına giydi,ne de o kumaşlara kıyıp kendisine elbise kestirdi.İşte o sandık,yarısı yanmış ve içindekiler kimselerin artık toplayıp bir araya getiremiyeceği kadar dağılmış olarak,dumanları tüter halde,diğer eşya yığınlarının yanına öylece savrulup bırakılmıştı.İçindekilere ne olduğunu hâla bilmiyorum ama sandığın yarıdan çoğu yanmıştı...
*
Şimdi o sandığa bakarken"gözlerime duman kaçtığından"filan değil"adam akıllı"ağladığımdan dolayı yaşlar,tüy bitmemiş yanaklarıma koşuyordu.Terlikler geldi aklıma,biri beyaz deriden ve metal pullarla süslenmiş,ötekinin de üzeri,balık motifi ile işlenmişti.Bazen o bohçada artık takılmayan eski altın bir yüzük ve"acı sakız"olurdu.Bu çoğunlukla Suriye'ye gidip gelen kaçakçıların getirdikleri ve zamanın oldukça rağbet gören sakızıydı.Hem zaten o zaman,baybalonlar,mintiler,özcanlar,tipitipler,falımlar ve daha sayamadığım envai renk,marka ve çeşitteki naylon cikletler mantar gibi türememişti.
*
Böyle olagelmiştir,ora halkının en karakteristik korkuları din ve devletten kaynaklı korkulardır;din adamlarının;doğru-yalnış vaazlarında;inanmayanlar için cehennem üzerine,azap üzerine bahsettikleri o,bol ateşli,bol akrepli,bol yılanlı,bol katranlı bol tehditli uyarı ve ikazları.İnananlar içinse;bol ödüllü,hurili,şaraplı,ırmaklı,köşklü,saraylı,ve çoğu aslı-astarı olmayan rivayetler ve bir de,devletin(ki orada devlet deyince,akla gelen tek şey asker,asker deyince de;akla gelen ilk ve tek şey devlettir)buyrukları ve"askeriye"nin kararlarına,haklı-haksız,mantıklı-mantıksız,sebepli-sebepsiz,ne olduğu bile sorgulanmadan,bir Kur'an ayeti hükmünce harfiyyen riayet edilir(di)...Bu çoğu aslında kağıt üzerinde bile olmayan keyfi ve başına buyruk fiiller"aman ha!..devletle kimse başedemez...bunlara elini versen gövdeni kurtaramazsın...hiç kimse devlete çatacak kadar ahmak olamaz...devletle kim başedebilmiş ki sen edesin?"gibi daha yüzlerce"veciz"sözlerle beslenerek uygulanır,bunlara istisnasız uyulur.İşte o günde olup biten,tartışılmaz ama bir o kadar da anlaşılmaz bir emrin,bir fermanın gereğinin yapılmasıydı.
*
O insanlarla beraber evin tavanından sonra duvarlarını yıkarken,her köşesinde yaşadıklarım(ız) canlanıyordu gözlerimde...Şimdi bunca yaşadığım,ilk gençliğimi geçirdiğim bu güzel düş yuvası,nasıl oluyordu da;yine kendi ellerimle yerle yeksan olabiliyordu?Bir insana kendi evini yıktıran o vahşi güç ve yaptırım,o zulüm nereden böyle bir hak buluyordu?Nasıl bu kadar fütursuz ve ölçüsüz oluyordu?nasıl bu kadar küstahlaşabiliyordu?Hangi gerekçeyle bunu kendine açıklıyordu?Devlet demek,her soruya cevapmıydı?devlet olmak,halkına düşman olmak anlamından başka bir anlama gelmiyecekmiydi?Devlet dedikçe;o hep mahkum olduğumuz,hakaretlere maruz kaldığımız,"bu gün git yarın yine gel"diye başlardan savsaklandığımız,insan değil,hayvan yerine bile konmadığımız,duvarlarının yarısı beyaz kireç,yarıdan aşağısı koyu-gri yağlı boya ile boyanmış asık suratlı kapılarıyla,bayraklı binalar mı gelecekti akla?...
*
Yıkım bitmemişti,ama ben o halimle daha fazla yardım edemediğim için,tekrar köydeki eve döndüm.İçerisi de zaten civar köylere kadar bu olayı duyup gelenlerle doluydu.Sanki o gün bizim evden bir cenaze çıkmıştı.O;büyük tartışmalarla,ağız dalaşlarıyla,bazı köylülerin karakola şikayetleri ve bu şikayetler üzerine babamın iki jandarma arasında karakola çekilip ifadesi alındıktan sonra komutanın"inşaata devam edebilirsin"iznini alıp dönmeleriyle,yamaca kurduğumuz naylon barakada geçirdiğimiz bol rüzgarlı ve yağmurlu gün ve gecelerle,kız kardeşlerimden Gülistan'ın o zaman bilinmeyen bir illetten hastalıklı,sararmış ağlamaklı yüzünün hüznüyle,okula sık sık geç kalışlarımla"amcam"olacak insan müsveddesi Şerif efendinin sudan ucuz bahaneleri yüzünden,sürüp giden,bitmek tükenmek bilmeyen kavgalarımızla ve daha bir çırpıda akla gelmeyen sayılması imkansız Allah'ın belası şeylerle...Ancak en önemlisi,bizi seven köylülerin gönüllü alınterleri,emekleri ve yardımlarıyla kurulan evimiz,yine aynı insanların bu kez isteksiz ve gönülsüz ve zoraki çabalarıyla bu kez yerle bir ediliyordu...O gün akşama dek çalışmanın sürmesine rağmen,yıkım işi bitmedi,karakola haber gönderilip kalanının ertesi gün bitirilmesi için izin istendi,her kes;bir ölüyü toprağa vermiş gibi,yorgun ve moralsiz evine döndü...
*
O evde Ortaokula başlamıştım,ilk gençlik yıllarımın sırtı yere gelmez coşkusundaydım,Samya'nın ellerini ilk orada tutmuştum.İlk Kürtçe şiirlerimi yazmaya orada başlamıştım.Avluya vardığımda içeri bile girmeden evin kapısındaki küçük beton sofada yere çömelip oturdum.Dirseğimi kapının eşiğine dayayıp bir sigara yaktım.O sırada da,gelen kaşık bardak seslerinden,içerdekilere çay dağıtıldığı anlaşılıyordu.Dilim damağıma yapışmıştı.Birden başucumda bir el bana bir çay uzattı.Titriyordu,bardaktan bir kaç damla üzerime de damladı,başımı çevirdim ki;o titrek elin sahibi Samya imiş meğer!...Ağlıyordu bardağı uzatırken ve elinde olmadan bir kaç göz yaşı bardağa damlamıştı.Sanırım bu yüzden bardağı geri çekti ve tutup dökmeye davranırken sıçrayarak"sakın dökme"dedim son anda..."İçine göz yaşım düştü...kusura bakma"filan dediyse de;"olsun"dedim,"böyle daha güzel..."aldım,şekerini karıştırdım ve afiyetle içtim...O öylece durmuş,yaşlı gözlerle bana bakıyordu.Belki de hâla;Samya'nın gözyaşlarıyla yıkanmış bir bardak kaçak çayın,o;ömür billah bir daha ayılmaz ve iflah olmaz sarhoşuyum...
*
_________________________________________________
ÖNEMLİ NOT:Bu yazı;bazı kabuk bağlamış yaraların tekrar deşilip kaşınması,kanaması,ya da acıların tekrar etmesi için değil;tam aksine,o insanlara yapılanların bir daha yapılmaması,o trajedilerin bir daha yaşanmaması,barış dostluk ve kardeşlik içinde yaşayacağımız bir dünyaya katkı sunması için yazıldı.Buna benzer şekil ve usullerle,4000'e yakın köyün yakılıp yıkıldığını da hesaba katarsak,olayların nasıl bir insanlık trajedisi olduğunu tahmin etmek ve görmek zor olmasa gerektir.
*
Bilâl Mardin
UYARI:TÜM HAKLARI YAZARINA AİTTİR.İZİNSİZ KOPYALANIP KULLANILAMAZ.

26 Eylül 2009 Cumartesi

Körolasıyım ışığına


Gözlerim bağlıydı ya
karşımdayken bakabildiğimce
görebiliyordum seni
kulaklarım sessizliğin kirişinde
susuşum sesinin
bıcır bıcır seslenişinde
boğulmaya ramak kalıyorum nicedir
elbet bir iş vardır Yaradan'ın işinde...
Yine bir sağanak gözbulutlarımdan
göz göz patlıyorum
sensizliğimin bu onursuz kuraklığına
arkandan susulan mısralarca
çatıyorum
sana bu denli yakın
senden bu denli uzaklığıma...
Düğünler kurulmuş
halaylara durulmuş bir yerlerde
yazık o halay başı ben değilim
ne de sen
halaydakilerlerden süslü bir endam
Çadırlar açılmış
matemler tutulmuş bir yerlerde
yazık o ölen ben değilim
ne de sensin biri
o kör olurcasına ağlayanlardan...
öyle bir sessizim
öyle eli ayağı kopmuş gibi çaresizim...
Kudurmuş sürülerle
saldırdılar düşlerime
gülüşümün hırçın kıvılcımlarını
ağlamaklığıma kurban ettiler...
Bu rezil kepaze ömürden
eksilen ziyan zaman
beni yalnızlıkla yüzüstü bıraktı
öyle bir büründüm ki
kaleme ve kelama
artık ölüm bile
beni susturamayacaktı...
Ben yine de ne yapar eder
kirli bir tebessüm olurum
süt dişleri düşmüş bir çocuk ağızda
O gülüş ki ışıldar
her kavganın ertesi
kendimizden kendimizi kurtardığımızda...
Çabalarım akıntıya sallanan
dermansız ve naçar küreklerce
Yine de çırpınırım hayata
namlunun ucuna sürülmüş yüreklerce
Bir tek hıçkırık kalır bana
yürek sayfalarımın
kanayan beyazına işlenen şiirlerce...
Ses sensin
ağlayansa bir başkası
ve ben her göz yumuşumda
titrekliğini duydukça
gelmez bu işin ardı arkası
o faili belli maktulüm ben
kefen niyetine çürür üzerinde
toprak rengi parkası...
*
Bilâl Mardin

25 Eylül 2009 Cuma

Ölümden öte bir yer


Gözlerimde bir uğunuş barınıyor
sararan resimlerde canım bakışın
hasretinin yangın sıcağıyla
bir kaç damla serpiliyorum
kalbimin sahra çeperine
Hıçkırıklarla soluyorum
dostlara matem bir akşamı
onlar ki yanarak reddetiler
bu onursuz ve kişiliksiz yaşamı
ben kederimden çöküyorum
duvarlar nemlerinden...
Ufkun kızıl kollarına kanayan güneş
yüzünün ışıltısını andırıyor
derken hayâlin de batıyor
yüce dağların gözlerden uzak
ruhuma yakın zirvelerinden...
Oysa bir el uzatımı yakın olacaktı
aydınlık sabahların çocuk gülüşü yüzü
başı bulutlarda bir çınar yorgunluğunda
belli ki karşılayacağım bir soğuk güzü
çaresiz kabullendim yenilgiyi
kaç yıldır aramızda süren kavgadan sonra
düşmanlık sonrası dostluk tadında
seninle tekrar barışmamız...
korkaklığımdan değilse gerek
bu yılgınlık yorgunluk bu tükeniş
kalbin ruhla kavgalarında
yenilgi bile zafer hanesine işlenmiş...
Artık anlıyorum ölüm ve aşk
biri diğerinden baskın gelmez
hayatın topuzu kaçmış kantarında
ikisi de arınmadır
som altın bir külçe ayarında...
Geceler söner üzerime
katran karanlıklardan zifir damlar gözlerime
gözyaşlarımda kayan yıldızlar geçidi
ve uzağım akşam sohbetlerine
ve"yassah"ım dostun nasırlı ellerine...
Sen ki bir genç selvi endam-ı dilber
hadi gülüşünden vaz geçtim
bana başucumda kıvranan
o titrek ve ürkek hayâlini ver...
Neyse ki ben değilim
o kolundaki hoppadak adam
değilim o kendisine götürüldüğün
değilim salyalı açlığına öldürüldüğün
değilim boynunu kurbanlıklar gibi
altına uzattığın kör bıçak
değilim o beraber yaşamaktansa
ölmek istediğin alçak...
yeminliyim ölene dek senin kalmaya
sen se hükümlüsün yaşadıkça
bir başkasının olmaya
senli sözlerle örüyorum şiir duvarımı
her ne kadar gidişinle vursan da beni
kanım kına olur yakılır
süsler ellerinden
yurdumun gelinlerini kızlarını...
Yüzün sararmış bir yaprak gibi
hatıramın güz vakti sislenişinde
ve ölüm ansızın çalkalanır
elinden bana uzanan tasın
taşkın ve hayata sataşkın yerinden...
Avuçlarım kavruk kum deryaları
sana kavuşmak ölümden öteydi
sana gelmek
ölümü yenmek
ya da hiç ölmemek gibi bir şeydi
işte bu sebepten yani bu yüzden
ölümler diledim yüce Rabbimden...
başka yolu yoktu sana varmanın
ölümü aradan kovmak gerekti
ölüm başka nasıl telafi olur?
elbet bu iş beni öldürecekti...
*
Bilâl Mardin

21 Eylül 2009 Pazartesi

Olmadı işte!


Yeline yüz değmediğim
bir gül tufanı iklimdin
belki de bana
bir mektupla gelmesini beklediğim
mütebessim bir resim...
ama olmadı işte!
ne desem aleyhime delildir
senin hükmünce...
Mürekkebi kurumadan
yazılan tutanakların
boynum kırılmış olacak
bu aşkın yağsız ilmeğinde...
öldürmelere ölüm
ölümlere ölüm!
şen olsun darağaçları
ölen biz öldüren biz!...
Ne kadar markalı ve pahalı giyiniyor
ve ne kadar da ucuza satıyoruz
birbirimizi böyle!...
Söz konusu bir dostun hayatı olunca
enflasyon tavanları delip yıldızlara sıçrıyor
ve dostun ismi ağzımızda
yutulmaz bir zehr-i zıkkım oluyor...
Kimselerle hasbihâlim kalmadı
yazık ki annem-babam da dahil
bırakın söylesinler her ne söylüyorlarsa
zaten söylenmedik sözleri mi var
ben kadersize dair?!...
Her oturuşta
tekmil ölmüşlerin etleri ve iffetlerinden
ziyafetler çekilen
kalan kemiklerle biri diğerine devrilen
gıybet batağı sohbetlerden uzağım
köşe bucak sakınırım ki
değmesin onların lafzına dilim dudağım...
Her kim ağzını açsa bir diğerinden şikayetli
Her biri diğerinin düşüncesinde lanetli...
Ve lakin ben
ne zaman bir şey söyleyecek olsam
açtım defterimi yumdum gözümü
yazdım yazılasıları...dedim deyilesileri...
bilirler bilenler
pek de esirgemem hani söylenecek sözümü
yağmur olsalar damla işlemez bana
ben Diyarbekir surlarına dayarım yüzümü...
Olmadı işte!
ne desem yalan bileceksin
bundan zerre miktarınca incinmem
doğruyu söylesem sen inanmazdın
yalan söylesem kendim kanmazdım
Neyle telafi ederim ki
senden kalan
bu kainatlar dolusu boşluğunu?
çocuklara bile sorsan bilirler
o boşluğu dolduracak olanın
yalnız ve ancak sen olduğunu...
Öyleyse bir kuytuya çöküp
salya-sümük ağlayabilirim
sesimi duyan yok ne de olsa
gözlerimden taşıp
ayaklarının dibine akabibilirim
Sen yine de dönüp aldırma bana
kör olana değin ardından bakabilirim...
Ama yine de olmadı işte!
Ne birilerine içim uyandı
Ne de başım birilerinin dizlerine dayandı
Bu yüzden midir dersin
yalnızlığın vebası
bu kadar kudurup bana dadandı?
Kopuk bir kol olmak vardı oysa
Bir tutuklunun
"hayata dönüşünden"artakalmış olarak
aç bir itin ağzında olmak da dert değildi
hiç değilse o bile açlığına yenilip beni yemeyecek
götürüp eştiği bir çukura gömecekti
yani senin gibi
kurda kuşa yem olsun diye
böyle onursuzca terk etmeyecekti...
Biliyorum
"ben bu filmi daha önce de görmüştüm"
diyeceksin...
Yalan!...boyundan büyük yalan!
Ben filmi yaşıyorum
sen se sadece maroken koltuğunda
çerezlerin ve bilmem ne aromalı cikletlerinle
bir ucuz yosma kıvırtışıyla
şaklak-patlak seyrediyorsun
Sen bunca kuyruğu kapana kısılmış yalanı
nerelerinden uyduruyorsun?!
Evet her kes dediğinde haklı
üzerimdeki kara gömleklerce karamsarım
yıldızlarını söktüler gök yüzümün
yol iz bilmediğim bir yerlerde
yitmiş gitmişim
ışıltısına doğrulamıyorum
geceme yıldızlanan gözünün...
Sürü sürü çakallarla geçerler düşlerimden
salyaları damlamakta ısırık yerlerimden
okyanuslarla yıkansam karetmez
arınamam bana bunca ettiklerinden
ve hala çekiştirip parçalarlar
kanlar içinde sessizliğimi
Kimin şuh gülüşüyle avuturum ki
tebessümünden mahrum sensizliğimi?
Çağırıyorum yine çocuk ısrarlarımla
Gel diyorum onlardan olma
ellerimden çekme ahhh ellerini
gel düşler yurdumun telli gelini!...
Şair ne demiş;
"İnsan çocuktur gerisi kirlenme"
iyi de ben senin bir selamını
haketmeyecek kadar büyümedim ki!
Kime söylüyorum ki ben?
iyisi mi ben artık toparlanıp gideyim
sen de kalk kapını kapat
dön bir an önce
envai çeşit renk ve kepazelikte
dizilerin...çerezlerin...cikletlerine
çatlayıncaya kadar uyu kaygısız
zaten kapanmaya da gelmemiştim
senin o nankör dizlerine...
*
Bilâl Mardin

20 Eylül 2009 Pazar

Kalem söze gelir...

****
**********************************************************************************
****
**********************************************************************************
****
********************************************************************************
*
**********************************************************************************

15 Eylül 2009 Salı

Sen varken


Sen varken her şeyim vardı
yine bir gömlek alabilecek kadar bile param yoktu cebimde,ama zaten bir gömlek almak gibi bir hayâl kurmuyordum...İlk fırsatta sana bir toka ya da yeterse;(ucuzundan da olsa)bir eşarp almak için biriktiriyordum harçlıklarımı...
Sen varken her şeyim vardı yine ayakkabılarımın eskidiklerini ilk yaz sonu yağmurlarıyla-ayaklarımın ıslanışından-anlardım,ama dert etmezdim,çünkü nasılsa bir ayakkabım olacaktı,ama seni her sudan dönüşünde,omzunda boyun kadar su dolu bidonla beklediğim ve köşeden göründüğünde ürperip titreyerek doğrulduğum o akşam vakitleri bir daha hiç olmayacaktı...
Sen varken her şeyim vardı
yine saatlerce başım kitaplara gömülür,kendimi satırların arasında bir öykünün hüznüne kaptırırdım,her yeni bir kitaba başlarken,"bu biterse bir tane daha bulabilirmiyim"kaygısı beni sarardı...Neyse ki namı kitaplara sığmaz dostlar vardı,ve adını verdiğim bir sonraki kitabı ne yapar eder,bir yerlerden bulurlardı...
Sen varken her şeyim vardı
durup dururken koşmaya başlardık sokaklarda,eve vardığımızda da bir tas suyu kapmak için sabırsızlıkla sıra beklerdik,hiç yoktan gülerdik katıla devrile,yine sokaklar tank paletlerince metal dişlerle deşiliyordu ama o dişler çocukluğumuza işlemiyordu...
Sen varken her şeyim vardı
halojen ışıklı bir masam ve dolma kalemim yoktu ama gaz lambasının loşluğunda,Bir militan ciddiyetiyle;küçük elimi siper ederek sana dair acemi ve sonraları komik bile gelen şeyler yazardım...
Sen varken her şeyim vardı
bir çocuğun güç bela biriktirdiği misketlerini bilinmeyen bir yerlerde saklaması gibi ceplerimde sana dair buruşuk nüshalar saklardım.Seni yalnızlığımın hükmünce,göğüs kafesimde sevdaya hükümlü bir müebbet mahkum sayardım.Bu yüzden çocuksu isyan ve itirazlarına aldırmadan seni kalbimin en derin dehlizlerine koyardım.İster yerle gök birbirine karışsın,ister denizler kuruyup buharlaşsın,bir yerlere çıkıp gitmeni ilelebet yasaklardım...
Sen varken her şeyim vardı
ve sanırım varolup yaşadığımı duyumsadığım zaman senin var olduğun zaman kadardı...
Bilâl Mardin

11 Eylül 2009 Cuma

Yar'e değen


Yarimin tenine değen su olsam
köpüre köpüre çağlasam yusam
saçlardan topuğa aksam kaybolsam
sızıp gitsem ziyan olup yerlere...
*
Yarimin tenine ak libas olsam
her yanından onu sarıp saklasam
yarim salındıkça ben dalgalansam
karışsam rüzgara efil yellere...
*
Yarimin eline değen el olsam
parmaklarla tel tel saçın tarasam
yari türkü türkü sorsam arasam
destan olup düşsek dilden dillere...
*
Yarimin diline değen söz olsam
söylensem susulsam küle köz olsam
yolunu bekleyen bir çift göz olsam
dalsam akşam vakti uzak illere...
*
Yarimin saçına değen yel olsam
ıslık ıslık essem susup durulsam
yarimi buram bir aşka savursam
beraber kapılsak deli sellere...
*
Bilâl Mardin

Yalnızlığa gazel


Yaraya merhem olan yok elim böğrümde susarım
sessizlikten yalnızlığa ağlar göz yaşım kusarım
kimi ölmüş kimi yanmış kimi sürgünde dostlarım
kendileri olmadıkça yerleri dolmaz onların...
*
Kiminin ölüm haberi dilden dile geldi bana
kimi zindanda sürgünde uğrar ömürlük talana
bu düzen dünyaya benzer dönüp duruşu yalana
acı ve kederden gayrı kalmaz geride kalana...
*
Onlar ki hiçe saydılar her ne varsa bu uğurda
onlardan sonra dostluklar yalan-dolan hile-hurda
ya kendimim ya telefim,bu diyarda kuşa kurda
ya ben şimdi ne halt eder"yaşıyorum"derim burda?!...
*
Beni böyle bende tutan varsa yoksa cesarettir
bilirim bu katlandığım hayat değil rezalettir
hani yazmasam hayatım katlanılmaz esarettir
yalnızlığa tamahım yok nedense bana kısmettir...
Bilâl Mardin

Yağmurdaki deli


Bu sabah yağmura uyandım
bir kaç adım yürümeye kalmadı ki
iliklerime dek ıslandım
ceplerimde buruşuk kağıtlarda
sana biriken dizeler
çocuk bir koşuşla bir taş duvarın
kuru kalmış yanaklarına yaslandım...
Sesinle ışıyor şafak
kuş cıvıltıları taşıyor bana
sustuğun tüm sözlerini
öpüşler salıyorum rüzgarlara
belki pencereyi açar
perdeleri aralarsın da
efil bir serinlikte okşar dudaklarım
saçlarını yanaklarını ve gözlerini...
Ey ışıklarına filizlendiğim iklim
gelişine sabrettiğim
gül sağanağı mevsim
içime kazınan kahve buğusu bakış
ruhuma işleyen o mütebessim resim!...
Seni Diyar-ı bekir
seni Mardin yalçını
seni tarih ve zamanın susturamadığı
seni eskiyişlerin unutturamadığı
kurşunlarla inleyen vadileriyle Munzur
onuru ve insanlığıyla Dersim...
Apansız bir haber gibi
sana ilişmeliydim
şaşırıp apıştığınla bir
seninle cilveleşip sevişmeliydim
biliyorum
akıl kârı değil söylediklerim
ama en başından beri itirafımdı
ben seni uluorta isteyecek
ve bunda bir yağmur damlası gibi
acele adecek kadar deliydim...
*
Bilâl Mardin

3 Eylül 2009 Perşembe

Şaire filizlenir şiir


Kurşun kaleme uzananda ellerim
yüzünü resmetmek
gülüşünün gölgesini
işlemek istiyorum
bir kağıdın ak yanaklarına
belki bir gün
ola ki saçların yüzüme serilir
gövden gövdeme devrilir
öpüşüm yarılır diye
kızıl kıyamet dudaklarına...
Sadece seslerimizin
kabaran deryalar gibi
birbirlerine köpürmeleridir
seninle hasbihâlimiz
bir birimize koşacağız
adımlara yetmese dermanımız
kavuşmaya yetmese de mecâlimiz...
Ruhun bedeni bırakıp
yükseldiği anlar olur ya
kimi"ölüm"dese de
ruhlarımız sınırsız
ve mekansız bir yerlerde
vuslatın sonsuzluğuna uçuyorlar
birbirlerini yitirdikleri
yıldız koyaklarında
tozaran zamanların
hüzmelerinde buluyorlar...
Seni el ermez
yol düşmez yerlerinle düşlüyorum
senin gülüşünle ışıldayan bir sabaha
uyanmak hayâliyle uyuyorum...
Gecenin sevdaya şaşırmış vakti
nefeslenişini duymak
seslerimizle öpüşüyor olmak
ve mesafelere aldırış etmeden
ruhlarımızdan birleşmek
sana bunca (N)ruh tafanından sonra
cüret edip ilişmek
yaşlanmışlığı unutup
ardından koşup yetişmek
kalem kıvrandıkça
parmakaralarımda
hece hece
dizelerde tutuşup
ünlem ünlem sevişmek...
Şiirim!..
gel tamamla yarım kalan dizelerimi
çocuk yanın bende kalsın
örterim kalbimin kanatlarıyla
ayazdan kurtulan nefeslerini...
Şiirim!
her mısranda
yurdumun hasret kaldığım
buram buram
yağmurertesi toprak kokusu
bir yol kenarı tandırdan
bir annenin nasırlı avuçlarında tüten
yanık buğday buğusu
içimde uğuldayan halkımın
kızgın zincirlere tutsak
demir kapı gıcırtılarıyla karışık
sahipsiz çığlıkları feryâdı uğultusu...
Sesine sığındı suskunluğum
ve ancak dizlerinde diner
ömrümce yürüdüğüm yolların
terli tozlu takatsiz yorgunluğum
Söz olur yarılır ya
sancıya tutulan bir kadın gibi
ve çığlık çığlık bir bebek sesiyle
anlam fışkırır hayata
şairi şair yapan onun Şiiridir
anlamı olmayan söz ise
kısır kurak bir canlı gibidir
duygu söze duranda
hayatın damarlarına işleyen anlam
ŞAİR'İN ŞİİRİN'İ bulmasından beridir...
Bilâl Mardin

30 Ağustos 2009 Pazar

Söz olur


*Özü tutuşanın sözü tükenmez...
*İçimdeki gerçek cehennemi içinde bulunduğunuz yalancı cennetlere değişmem...
*Hesaplayamadıklarınızın hesabını veremezsiniz...
*Beddua;ne yana devrileceği belirsiz ağır bir taş duvar gibidir.
En güzeli onu yıkmamaktır,zira kimin üzerine yıkılacağı bilinmez...
*Gerçeği keşfeden;sahteyle zaman kaybetmez.
*Kahramanlara ihtiyaç duyan toplumlar değil;kahramanlardan oluşan toplumlar kurtulmuşlardır.
*İyiye kullanırsanız,en kötü şeyler bile iyi olur;ama kötüye kulanırsanız en iyi şeyler kötü olur.
*Baktıklarınız değil;gördüklerinizsiniz.
*Ya yazdıklarım;ağladıklarımdır ya da ağladıklarım yazdıklarımdır.
*Aslolan;izden gitmek değil,bir iz bırakmaktır.
*Zor olan;zorluğu aşmamaktır.
*Birine"haklısın"demek yetmez,hakkını vermek icap eder.
*"Umut;fakirin ekmeği"ve aynı zamanda düşmanıdır.
*Hayat,bir "deneme tahtası"değil;bir deneyim sahasıdır.
*Başkalarının sırtından geçinenler asla doymazlar.
*İcraata yansımayan bilgi,cephanesiz silah gibidir.
*Birinin sırtından geçinmekle,onu sırtından vurmak nitelik olarak aynıdır.
*Unutmak;nankörlüğün eşiğidir.
*Değer vermek,değer bilmekle anlamlıdır.
*Baştacı ederseniz;baştacı olursunuz.
*Çalışmak;ilimde kesin zafere,ekmekte helal lokmaya,imanda kurtuluşa götürür.
*Yazmak,belgelemektir.
*Allah her kese birer orman versin,bana da bir tek ağaç,zaten bu dünyada gölgelenip gitmekse bütün amaç.
*Benim dünya ile fazla bir işim yok,nedense dünyanın benim gibilerle çok işi çıkıyor.
*Bir palyaçoyu bile herkes sevmez,dolayısı ile herkesin sizi sevmesini beklemeyin,unutmayın ki siz de herkesi sevmiyorsunuz,Oysa sır sevmekte yatar ve sevgiyle çözülür.Bu yüzden düşmanlarınızı dahi sevin.Biraz da onlardır sizi kendinizden kurtaran.
*Kur'an anayasa olmadıkça,onu ne okumanın,ne de öğrenmenin bir faydası yoktur.
*Size vaaz edecek değilim,ne de nasihat,yüreğinizi yoklayın,onda saklıdır bütün hakikat.
*Beni anlamak için önce kendinizi anlamalısınız.
*Kendinize rağmen kendiniz olun.
*karşınızdakine verdiğiniz değer kadar değeriniz vardır.
*Kalem;doğru kullanılırsa en tehlikeli silahtır.
*Dünyayı bu hale hep -okumuş- adamlar getirdi.
*İsterken sonsuzluk kadar derin düşünün,verirken gözünüzü bile kırpmayı beklemeyin.
*Aslolan;sorunun bir parçası değil;çözümün bir parçası olmaktır.
*Taviz vermeyen hep yalnız kalır(kendimden biliyorum)
*Tek başına mutsuz olmak;biriyle beraber(ce) mutsuz olmaktan çok daha mutluluk vericidir.
*"Çalışan demir pas tutmaz"ve lakin aşınır.
*
Bilâl Mardin

Yüz görümlüğü


I
Ey şehir!...
ağlayacağım ben
değil ki bir yiğidin
dal gibi delikanlı demine
ne de elleri kına görmemiş
bir kız endamın matemine
sökeceğim
göklerin yanaklarından güneşi
yüzüme sereceğim
gecelerin karanlığını
ses işlemez
ışık sızmaz bir zifirlikte...
belki dem olur
devran şaşırır da
ayışığında susar gözyaşlarım...
Bir akşamın dar vakti
davetsiz bir misafir mahcubiyetiyle
çadır açarım
yarin göğüs vadisinde...
Bir sabah ezanıyla
kapısına gider
ya da bir kış-kıyamet günü
kar tanelerince
ağır...usul...ve ip ince
perçemine saçlarına inerim...
daha da olmadı
sarıya çalan bir güz günü
yaprakların dalları terkiyle
ayaklarının uçlarına düşerim
hani hiç olmayacaksa da
bir ilkbahar uyanışında
avuçlarına kırçiçekleri
yanaklarına buseler dizerim...
Sonrası bilinmez ya
belki ansızın efkar istilasına maruz
kara göz pınarlarından
bir çift damla olup
yanaklarına sökün ederim...
takatten yoksun
titreyen adımlarımla
eteğinin uçlarına sinerim...
Artık türküsünü yansın
bülbül-i şeyda
güle gülistan kokusunca
ve yar bir zılgıt koparsın
sağırlığım sesine susunca...
varsın menekşeler taşsın
ilk baharların gelişine
olur mu olur hani
akıl erer mi ki Yaradan'ın işine?...
ta ki durulsun gayrı
şu kalbin afet-i tufanı
ki bir çocuk habersizliğince
çığlığına belemiştir
yeri göğü ummanı...
Bilmez ki babası
hangi kavganın ruhu pak şehididir
Bilmez ki anası
ne sefaletlerin mağduresidir...
II.
Ey düşlerde benim olan
ve gerçekte
kendisinin olduğum!...
yokluğunda
suya hasret sahralarca
sararıp solduğum
bu kalb ile
bu ruh ile
bu benlikle
sevdasına garkolduğum!...
ıslandığım güneşlere
kurulandığım yağmurlara
vurulduğum kelepçelere andolsun ki
o sensin sevdiceğim
o sensin kara saçlım
o sensin yollarında
dere tepe kaybolduğum...
Belki içinden
"bu sıska adam delirmiş mi"diyorsundur
ama bu kadar akıllının arasında
deli olmamak imkansız
en az benim kadar biliyorsundur...
Ben
evet deli
hatta"zır"cinsinden deliyim
toplasalar hani
kantara metreye vursalar
hepsi hepsi
yüz görümlüğünün bedeliyim...
*
Bilâl Mardin

Yokluk


Kara bir bulut kadar doluyum
hani fiske değse
akacak gibiyim gözlerimden
yaşlarla değil
yağmurlarla damıtıyorum
keder nefeslenişlerimi...
Ağlamak;çare değilse de
hiç bir çaresizliğe
bilinen tek ilaçmış gibi geliyor
bu sessizliğe
bu denli sensizliğe...
Ellerimi açacak oluyorum
istemeye yüzüm kalmamış
gölgeni dahi
Kadir-i Mutlak'tan
ve kimseler bilmesin diye
üzerime kapanır giderim
Kör olacağımı bilerek
bu denli ağlamaktan...
Şimdi diyorum;
eli çenesine
çenesi dizlerine yaslanmıştır
Havalar fena bozdu
belki de hastalanmıştır!
başucunda
pervane olayım yar!
sen de gidersen
bu yarayı soğutacak
başka kimler var?
Gözlerimden iki damla iniyor
titreyen çeneme doğru
hiç bir yalana sığınmak istemedim
bilki seni sevdim
yalansız...hesapsız
ve dos doğru...
Nicedir yazamıyorum
nicedir dolmakalem
mürekkebini bırakmadı
parmaklarıma
senden beridir
bu kadar çizginin doluşması
yanaklarıma
birileri güleceklerdir
birileri üzüleceklerdir
gülenlere ve üzülenlere
diyorum ki;
yokluktur bu akları dolduran
şakaklarıma...
*
Bilâl Mardin

Yokluğunun akşamları


Sağanak bir nazarla bakıyorum sana
nice yıldır
duvarsız bir zindanın tutsağıyım
birer damlaydık aynı hırçın nehirde
ne sana tutunabiliyordum
ne de deli coşkusuna köpürtülerin...
Dipsiz uçurumlardan aşağı
dipsiz okyanuslara doğru
yere değsek inilti
suya değsek yangın
bulutlara değsek
çığlık oluyorduk...
Sözlerimiz yalan
ettiklerimiz vebal
suskunluğumuz kabul
feryadımız silme çaresizlikti....
Göz yaşımız
genzimize akar
bir birimizin yitip gidişine bakardık...
Bir mavi gök yüzü bulamadık
gözlerimizin yağmurunu dindirmeye....
Senden beridir
ne zaman
iki taşı üst üste koymayagöreyim
üçüncüsü mutlak üzerime devrilir
yokluğuna varan
her günün sonunda
akşamların kahreden bakışları
soğuk namlularca
şakaklarıma çevrilir...
*
Bilâl Mardin

Yitik şair


I.
Bakışlarımın boğum buğusu
sıska bedenimin gölgesince
incelip gidende
ufka ağar
kızıla çalan kederim
ansızın sislenir
karlı efkârlı dağbaşları
bir düğüm düğümklenir ki genzim
hıçkırıklarım yayılır
camkırıkları gibi
Yurdumun gözlerden uzak
gönlüme yakın
tenha vadilerinde
Ne çok insan vurulmuştur
çığlıkları yayılıp susmuştur
her bir infazın
sahipsiz sığınaksız vakitlerinde...
Sellerce
derelerce
nehirlerce
kopar gider göz yaşlarım
dilimde esmer bir türkü titrer
Kaç ömürdür
süren ağıdıma
yine kaldığım yerinden başlarım...
Sesime dolanır
hayâlimdeki sevgilinin saçları
Sesimde susuz yağmursuz
çıplak dağlarımın
kayaları...otları...ağaçları...
II.
Güneş ufka çekilende
son ışıklarını düşürür
bir gülün kızıl
kıyamet yapraklarına
bir sevgilinin bir sevgiliyle
vedalaşması gibi
birer buseyle dokunur
dallarından budaklarına
Güneş ağlamaklıdır
ışığı kanamaktadır dudaklarına...
III.
Olur da hani bir gün
apansız zamansız
öldüğüm çalınırsa kulaklarına
dilin ilk hangi sözcüğe dönecek
sesin ilk hangi şarkıya titreyecek
dudağın
hangi kelimeye tökezleyecek
Ve ellerin
ellerimsiz kaldıklarında
varıp kimlerin
kırılası ellerine değecek?...
Dökülmekten artakalan saçlarımda
ağaran bir hüznün
kısa öyküsüdür
seninle yaşadığımız
Yitik bir ülkenin
yitiklerinin yitiğiyim
ve ne zaman ekmeğe
ve aşka dair söylense;
ikisine adanmış mısraların
adı-sanı duyulmamış şairiyim...
*
Bilâl Mardin