Amatör bir şair,acemi bir ressam,meraklı bir yazar ve bestekâr bir müzisyen...


yurduma ve yarime dair...

28 Ağustos 2009 Cuma

Bir duvar saati

Yalnış okumuyorsunuz.Ben bir duvar saatiyim.Öyle konuşan ya da zil filan çalan türden değil.Değil de yine de beni duyabilenlere bir çok şey anlatabilirim.Bakın şimdi sizinle konuşabiliyorum mesela,isterseniz size öykümü anlatabilirim...Adıyla meşhur"çarşamba pazarı"kurulurdu o semtte.Birinin diğerine kızdığında"suratını çarşamba pazarına çeviririm"diye çıkışması,ya da dağınık bir ortamın ne kadar berbat olduğunu anlatmak için sarfedilen"ortalık çarşamba pazarına dönmüş"gibi ifadeler tevekkeli söylenmemişlerdir.Tam üç haftadır satıcım beni oraya götürüyor ve gördüklerimden biliyorum bunu
*
Bu çarşamba yine satıcım beni de tezgahın üzerine diğer saatlerin olduğu yere özenle ve dikkatle oturttu.Benimle baraber neredeyse elliden fazla tür ve çeşitte saatlerle beraber etrafa daha çok gülücükler saçıp cilveler yaparak"satılmayı"bekliyorduk.Öğleye kadar tezgaha yanaşan pek olmasa da öğleden sonraki vakitlere doğru,tek tük de olsa fiyatlarımızı,özelliklerimizi,güzel oluşumuzu içeren sorularla bizimle ilgilenmeye başladılar kimi müşteriler.Bazılarımız duvarlara asılmak,bazılarımız da masa,ya da raflara konmak için düşünülmüştük.Bazılarımızda sabah uyandırmak için çeşitli seslerde ziller bile vardı.(üzgünüm,zilin artık"alarm"olduğunu unutmuşum)Kendimi diğer saat arkadaşlarıma göre çok şanssız sayıyordum.Zira keman şeklinde tasarlanmıştım.Hem duvara asılabilecek bir kulpum vardı,hem de arkamda beni dik tutmaya yarayacak bir aparatım.Bu da demek ti ki;beni olsa olsa bir sanatçı veya müzüksever alabilirdi ancak.
*
Müzik severleri bilemem de,sanatçıların aç,muhtaç hatta bi ilaç olduğu bir ülkede;"keman şeklinde bir saat"olmak,üstelik pazar yerlerine göre kaliteli ve biraz da pahalı olmak,beni "satılamama"korkularına salıyordu.Haftalardır o pazar yeri senin bu pazar yeri bir başkasının,diğer saatlerle birlikte,kolilere tıkılıp ordan oraya taşınıp duruyordum.Bazan üzerimize diğer eşyalar konulunca oldukça sıkışıyor ve kimsenin duymadığı aman ve yardım isteyen canhıraş çığlıklar atıyorduk.Hele yağmurlu havalarda ne kadar hırpalanarak alelacele taşındığımızı sormayın gitsin zaten.Saat arkadaşlarım çok albenili ve cicili bicili şeylerdi.Bu yüzden de daha çok anneler ablalar,çocuklarının ağlamasına dayanamaz alırlardı onlardan.Satıcımızla bin bir çingenelikle pazarlık ederdi çoğu haklı olarak.Birine içim çok yandı bu gün.Saati alırken satıcımıza;bu verdiğinin son parası olduğunu ve yarın sabah çocuğunun beslenme çantasına ne koyacağını bilemediğini,zira eşini kaybettiğinden artık doğru dürüst bir geçim ve gelirinin olmadığını falan anlattıydı.Bu kez satılma derdimi filan unutup arkalarından bakakaldım ve bu kez saat bile olduğumu unutup bir keman gibi ağlamaya başladım.
*
Ama"dünya dönüyordu"sonuçta,kimin omuzlarında olduğu kimselerin pek umurunda da değildi zaten."Yeter ki dönsündü" de.......!Ben de alıcısını bekleyen bir "mal"gibi değil de;daha çok taliplerini bekleyen bir genç kız edası ve endamıyle baş köşede,geleni gideni seyre dalmış gitmiştim.Akşama doğru,artık tezgahların ağır ağır toplanmaya başlandığı saatlerde;Ben de diğer arkadaşlarım gibi satılmaktan umudumu keserek diğer geride kalan arkadaşlarım gibi somurtmaya başlamıştım.Yine kolilere tıkılma korkusu asabımı bırakın makineme kadar her şeyimi bozuyordu.Tam da o sıralarda,tezgaha doğru uzunca boylu zayıf ve siyah giyimli bir adam bana ağlamaklı bir bakış attı ve hemen de tezgaha yaklaşıp satıcımıza beni göstererek,sarmasını söyledi.Hiç pazarlık filan da etmeden hem de.Satıcım bu arada beni bir torbanın içine bırakıp O'na uzatırken;makinemin sağlamlığından,kaliteli oluşumdan filan bahsetti,ağız alışkanlığıyla.Ama O;o denli dalgın ve mütefekkirdi ki bunları duymadı bile,sadece parayı uzatıp aldı beni.Hem zaten O,benim keman duruşumu beğenmiş olmalıydı değil mi?Kendimi süslü bir naylon poşetin içinde elinde ağır ağır salınırken buluverdim.Çok sevinçliydim.Nihayet insanlar vakitlerini bilmek için arada bir bana göz atacaklardı.Ben de içimdeki kuş resmini onlara göztererek vakti bildirecektim.Bir işe yaramak güzel bir duyguydu.Biraz sonra aldığı diğer öteberilerin poşet ve torbaları da içinde bulunduğum torbanın yanına eklendi,ve yeni sahibim bir sokağa doğru yöneldi.
*
Hem bu arada beni alan sahibim;çok temiz giyimliydi.Her halde orta halin üzerinde sayılacak kadar varlıklı ve"zengin"dedikleri türden biri olsa gerekti.O'nun elinde,poşetin deliğinden;O,pazarın içinde her kesten sakına çekine;bir kaç limon veya bir iki kilo elma ya da bir ince çorap alma bahanesiyle biblo gibi boyanıp pazarı turlayan hiç bir kadın ve kızın kışkırtıcı bakışlarına aldırmadan başı önüne eğik yürüyordu.gözleri önünü iki metre ancak görebilecek kadar yerdeydi.Kışın;yolları metrelerce karın altında kaldığından,şehirle bağlantısı kopan uzak dağ köyleri misali dünya ile bağlantısını koparmış gibiydi.
*
Biraz sonra girdiği sokakta,bir apartmanın kapısında durup,cebinden anahtarları çıkardığında evine gelmiş olduğumuzu anlamıştım.Ben yukarı katlardan birine çıkacak diye beklerken,O,merdivenin altında kalan kapıya yöneldi.Kapıyı filan çalmadı,yine kendi anahtarıyla açtı.Bu da denmekti ki içeride kimseler yoktu. Beni yine o ağır hareketlerle poşetimden çıkarıp yeni boyanmış küçük ahşap bir dolabın vitrin gözüne bıraktı.Çok şaşkın ve hayâl kırıklığı içindeydim.Burası küçücük bir tek göz odadan ibaretti.Sonraları anladım ki bir de küçük bir mutfağı var.Ama hepsi o kadar.Anaşılmıştı artık.Bu adamcağız;muhtemelen yalnız yaşayan biriydi.İçerde de pek bir eşya filan yoktu.Yine de kadın eli değmiş gibi her yer pıprıl pırıl,tertemizdi.Yani bu adam bekar veya yalnızsa bile,titiz olduğu da her halinden belli oluyordu.
*
Odanın içinde küçük ve oldukça eski bir çalışma masası,plastik bir sandalye,bir yer yatağı ve içinde olduğum ufak dolaptan başka neredeyse hiç eşya yoktu.Sonra eski radyolu bir plakçalar.Sonraki bir kaç gün içinde nihayet iki kanepe ve renklerine uygun seçilmiş bir halı da katıldılar aramıza.Sonra bir de "katalitik" dedikleri bir tüplü soba.Dedim ya;ben evet bir duvar saatiydim.Ama sonuçta evin içinde bir kadının bir kaç çocuğun olmaması beni de üzmüştü.Bu kez pazardaki yoksul ve dul kadını unutup bu zayıf sıska adamı düşüne üzüle kederle tiktaklamaya devam ettim.
*
Sabahları uyanıp kahvaltısını eder,sonra kapıyı çekip gider,akşamları bazan da gece yarılarına kadar ancak dönerdi.Onun olmadığı saatlerde uğraşacak bir şeyim olmadığından ve oldukça çok sıkıldığımdan,son çare olarak diğer eşyalarla ahbaplık etmeye yeltendim.Ama bu denemelerim ve çabalarınm hiç bir olumlu sonuç vermedi.Çünkü konuşabilen tek bir parça eşya dahi yoktu.Bunu görmekle,artık tiktaklarla geçecek ömrümün son saniyelerine kadar yalnız bir hayat yaşayacağımı anladım.Oysa yalnızlık pek de bana göre bir yük değilse gerekti.İnsanlardan daha önce"yalnızlığın Allah'a mahsus olduğunu"duyduğumu hatırladım sonra.
*
Acaba Allah dedikleri nasıl bir varlıktı?en azından Yalnız olabildiğine göre her şeyden önce çok ama çok güçlü bir varlıktı her halde.Ben bu cansız halimle yalnızlığa dayanamazken,kim bilir bu adam bu yalnızlığa nasıl katlanıyordu.Çok nadiren de olsa,O'na da bazan bir veya iki kişi geliyorlardı.Ama O'nun o gelenlerle hiç de yaşadıklarını paylaşmak gibi bir tavrı yoktu.Gerçi konuşmalarından tek tük de olsa;epey kalabalık bir hısım akrabası olduğunu anlamıştım.Ama her halde ne olmuşsa ve ne geçmişse aralarında;kimseyle alıp vermediği anlaşılıyordu.Bir bakıma aralarında yaşayıp yalnızlık çekmektense,tamamen çekilip;hem ruhen hem de bedenen yalnız kalmayı tercih etmiş görünüyordu.Ben de öyleydim aslında.Onlarca saat arkadaşım vardı,hem üretildiğim fabrikada daha da fazlası.Ama hiç biriyle bir gün konuşma şansım olmadı.Ya onlar konuşma yeteneğinden yoksundu,ya da birbirimizin lisanından anlayamıyorduk.
*
Ailesini bile bırakmıştı.Ya da belki onlar onu dışlamış da ola bilirlerdi.Bir süreden beri burada kaldığı anlaşılıyordu.Her gece geç saatlere kadar ya kitap okuyor,ya da kalın defterlere sayfaları peş peşe devirerek hep bir şeyler yazıyordu.Kime ne yazıyor o kadar çok merak ediyordum ki,yürüyebilsem,onun dışarda olduğu saatlerde kalkar defterine bakardım.bu kadar yazılıp yazıp bitiremediği neydi ne olabilirdi bu kadar uzun sürebilen?yazmadığı zamanlar da sazı alır;türküler söylerdi peş peşe.Üstelik kendi kendine.Keman iniltilerimle Ona katıldığımı hiç duymadı.belki de sıkılmayayım diye duymazlıktan geldi. Az kazanıyor,az harcıyor,az uyuyor yani kısacası az yaşıyordu.Her akşam iş dönüşlerinde yemekten sonra yaptığı kaçak çaydan son damlasına dek içiyor,beraberinde de kül tablalarını izmaritlere boğuyordu.Kışın o soğuk havasına rağmen penceresi hep açık kalırdı.Sadece başkaları geldiklerinde kapatırdı,Onlar üşüyorlardı,ama O hiç üşümüyormuydu?
*
Yanına gelip giden bir tek,fırıldak olduğu her halinden belli"Şehmus"diye çağırdığı topal bir adam olurdu,bir de arada bir sırtında gitarı,karışık kıvırcık saçlı,esmer spor giyimli,acayip kaba botları olan bir genç arkadaşı gelirdi.Birlikte bana bağlama-gitar eşliğinde gayrı ihtiyari resital verirlerdi,beraber hoş vakitleri olurdu.Onları dinlemek bana daha çok sıkıntılarımı unutturuyordu.Hem bu arada bu yalnız ve sıska sahibimin de hoş vakit geçiriyor olmasına seviniyordum.
*
Bu hali yaklaşık bir sene kadar böyle devam etti.Bu bir yıl boyunca neredeyse hemen her gün,yani her gece ağlamalarını dinledim onun.Tanımadığım halde,söylediği türkü ve şarkılardan tahminen de olsa haklarında epey bilgi sahibi olduğum kimi insanların isimlerini sayar,sayıklar dururdu.İçlerinde bayanlar da erkekler de vardı,şarkılarında söylediklerinin.Onunki bir aşk filan değildi bes belli.Ya da başka türlü bir aşktı bu.Yoksa bir kaç kişiye birden aşık olunmazdı her halde.Yani enazından öyle duymuştum.
*
Belki de birini sevmişti.Onu sevmekle"hayatının hatasını"işlemişti ve bunun diyeti olarak Sevdiğni bir ömür boyunca görmemeye-görememeye-mahkum edilmişti.Yani toplum ve töre dedikleri o lanetler olası hükümler gereğince cezalandırılmış olabilirdi.
*
Bu durumda tek başına onlarla savaşamadığından ve onların arasına da karışıp acısını da unutamadığından,Onlardan bağımsız ve kopuk yaşamayı daha makul görmüştü.Belki de o sevda dedikleri çığ tufanından kurtulup,şiirlerin,Türkülerin ve kalan zamanda da kalemin ve kitapların gölgesine çekilerek yaşamayı benimsemişti.
*
Üç kısacık gün.Evet toplasanız üç gün süren ömrünün ikisini O kıza vermişti ve yalnızlığını;gecesine kızıl pırıltılarla yıldızlanan sigarasının dumanındaki katranla tellendirip ciğerlerine akıta erite soluyordu.Sofrasında hemen her türlü nimeti görürdüm,ama sanki şekeri de tuzu da yoktu yedikleri ve içtiklerinin.Hayatında hiç bir sevdiğinin olmaması zor olsa gerekti ve böyle olunca da insan her halde tuzun da şekerin de yokluğunu farketmeyebilir büyük olasılıkla."Bir kız parçası için buna değmez,sen burada böyle kahrolurken,O kim bilir kaçıncı bebesine gebedir"... diyorlardı ona.O bunu duyunca,öldürecek gibi bakardı o zamanlarda.Kızı anlıyordum ama parça nedir bilmiyordum.Gerçi odada parça sayılır bir çok şey vardı,ama insanlardan da parça olurmuydu aklım ermiyordu.
*
Aslında şu insanlara aklım hiç ermedi ya!Benim saatliğim ve bütün saat çeşitleri üzerine yemin kasem billah getiririm ki;onun kadar acılar içinde kıvranan,Onun kadar dertlenen ve onun kadar kederli türkülere yeni kederler katarak söyleyen birini daha duymadım.Bunu geçmişteki Pazaryeri günlerimde satılan beş para etmez ucuz seri"türkücü"kasetleri dinlediğim o azap zamanlara dayanarak söylüyorum.Ben bir saatim ama en az sizler kadar müzikten anlıyorum.Şimdilerde hâla ve ısrarla O'nu her sabah manyetik bir kuş sesiyle uyandırıp tükenmeye gönderiyorum ve bir gün olup da benden artık bıkmasın,alıp pencereden yollara,arabaların hissiz kauçuk yuvarlakları altına atmasın diye her tiktağımla dualar ediyorum.
*
Bilâl Mardin
UYARI:TÜM HAKLARI YAZARINA AİTTİR,İZİNSİZ KOPYALANIP KULLANILAMAZ.