Amatör bir şair,acemi bir ressam,meraklı bir yazar ve bestekâr bir müzisyen...


yurduma ve yarime dair...

29 Ağustos 2009 Cumartesi

Çocuk zaman yağmurları

Onüç-ondört yaşlarındaydım...Babam bizi bırakıp Suriye'ye gideli bir yıl kadar oluyordu.Artık başımızda bir çatımız olsun diye,bizim köyün batı yanında Çelebiyan mezra yoluna ve bahçelere nazır;iki oda bir salondan ibaret bir ev inşa etmeye girişmiştik.Biz sahipleri kadar talihsiz evin;temelinin kazılışından,inşa malzemelerinin getirilmesine kadar başımıza gelmedik dert kalmadı...Her şeyden kısarak ve arttırmaya çalışarak binbir zahmet ve meşakkatle bir yuva sahibi olmaktan öte ne vardı bilmiyorum ama,o zamanki eş dost akraba köylü,her kim varsa bu durumu pek bir acayip karşılıyorlardı... Kimileri"hayvanlarınız bahçelerimizi telef-talan eder"dediler,kimileri de"orası köyün merası ve ortak malıdır;bunun için köy ihtiyar heyetinin toplanıp karar alması ve izin vermesi gerektiğinden"dem vurdular.Diğer bir kısım köylü de seyirci kalmayı tercih ederek çekimser kaldılar...Evin inşası süresince,hemen her gün biri karakola gidip bizi şikayet eder,bazan silahlı bazan da silahsız iki er gelip inşaatı durdurur,babamı aralarına alıp bir türlü bitmek bilmeyen ifadeler vermeye götürürlerdi.Her seferinde de sonuç aynı olurdu,karakol komutanı;"sorun yok git inşaatına devam et"diye gönderirdi babamı...Bu durum altı ay kadar öyle sürüp gitmişti.Bu kadar uzmasına sebep olan tek şey ise maddi yetersizlikti...Yoksa toplasanız bir aydan fazla sürmeyecek bir inşaat süresi altı aya yayılıp gidiyordu.Her ne halse...
*
Zar zor evin dam betonunu hayır sahibi ve yardımsever köylülerin de çabasıyla dökebildik.Tabi evle uğraşırken bir yandan o moral bozukluğu,duygusal çöküntü ve dışlanmışlık içinde,bu kez bahçedeki tütünleri unuttuk,dediysem yetişemedik yani ve bir yıllık hasat tarlada çürüdü gitti.Babam zaten öteden beri hiç bitmeyen borçlarına bir de ev kurmak için hatırı sayılır ve altından zor kalkılır bir miktar daha borca girmiş,üstelik bu kadar olmasına rağmen bitirememiştik.Bu kez doğal sonuç olarak elde avuçta ne varsa gidecekti.Tek umut tütündü,o da telef olmuştu.Babam alacaklılar yüzünden insan içine çıkamayacak duruma geldiğinden,son çare olarak belki bir yardımları olur diye,Suriye'deki akrabalarımıza sığınmak üzere,kaçak olarak sınırı geçip gitmişti.Gideceği günü hiç unutamam,bir ikindi vaktiydi,O zamanlar sınırı geçmek için ücret karşılığı rehberlik yapanlar vardı.Mayınlı bölgeleri iyi bildiklerinden,onların refakatinde sınırı genelde;kaza,bela ve patlama filan olmadan geçerdi kaçakçılar."rehberlik"yapacak adam babamı almaya geldiğinde,biz oturmuş yemek sonrası çay içiyorduk,adam kapıdan girdi ve"aceleleri olduğunu,hemen çıkmaları gerektiğini"söyleyinca babam,çayını yarıda bırakıp kalkmıştı.Hâla o yarıda kalan çay bardağı;üzerinde tellenen haifif buğusuyla gözlerimin önünde dün gibi canlı,şimdi kalemi alsam,resmini çizebileceğim kadar...
*
Gitmekten başka seçeneği de yoktu zaten,her gün alacaklılar kapıya dayanıp ileri geri haklı-haksız olarak laflar ediyorlar,fiili değilse de sözlü sataşmalar,takazalar derken O'nu bırakın;biz bile artık dayanamayacak hale gelmiştik.O zamanın aklıyla insan fazla kavrayamıyor,sonraları geriye dönüp baktığınız zaman;o insanlara da hak veriyorsunuz.Ama kelimenin tam manası ile yokluk içinde boğuluyorduk...YOK İŞTE YOK!...
*
Evin inşasına başlarken,orada sürekli kalmak ve eşya-öteberi çalınmasın diye nöbet mahiyetinde beklemek gerektiğinden;bizim uyku tahtını barakaya çevrip üzerine naylon çivileyip sarmalayarak,bir baraka haline getirmiştik.bu barakanın içinde barındık uzunca bir süre.Yıllar sonra"ağustos depremi"olarak bilinen yıkıntıları görmeye gittğimde,tekrar o şekilde yaşayan insanlara bakarak ve o günleri hatırımdan çıkaramadığımdan;naylon çadır derme çatma hallerine boğulasıya ağlamıştım.Barakada kalanlarınız varsa bilirler elbet ya;yağmurlu ve rüzgarlı gecelerde,doğru dürüst uyku uyuyamaz olursunuz.Nazımın bir romanındaki gibi,"bir süre sonra o kadar alışırsınız ki;artık sesleri bile duyamaz hale gelirsiniz."Barakanın bir kapısı da olmadığından,canı isteyen her canlı gelip girebiliyordu içeriye.Bir sabah,babamın ayak ucunda,yorganın altına sığınıp kıvrılarak uyumuş bir köpek eniği bulmuştuk.O içler acısı halimizi unutup sonraki günlere dek uzunca bir zaman buna kırılasıya gülüp durmuştuk.Hem durum komedisi hem trajedi bir aradaydı...
*
O yıl ilkokul beşinci sınıfta okumaktaydım.Kız kardeşim Gülistan,o zamanlar daha iki üç yaşında çelimsiz bir çocuktu.Yüzü hep bir güz yaprağı gibi sapsarıydı.Hep suskun,hasta ve insanın içini paralayan bir bakışla bakardı.Ne ilgilenen vardı O'nunla,ne de bakabilen.Diğer çocuklar gibi sabah eline bir parça ekmek verdik mi tamamdı artık.Kızcağız;akşamlara dek o tozlar topraklar içinde debelenir dururdu.Öyle bir hale gelmişti ki ne zaman birimiz fırsat bulup O'nunla ilgilensek;bu kez yakınır gibi çığlığı koparırdı.Hepimiz bu ağlamalarının ilgisizlikten olduğunu bilir hissederdik.
*
Evin üzeri de kaba betonla kapanınca,hiç değilse bir göz odasına derme çatma da olsa yerleşebildik.O gün,şimdi kim olduğunu anımsaymadığım bir hısmımız,babama"artık devletin de muhtarın da Allah'ı gelsin seni bu evden çıkaramazlar"dediğini anımsıyorum şimdi.Artık naylon barakadan kurtulduğumuza sevinmiştik sevinmesine ya;bu çok fazla sürmemişti,çünkü hemen o gece bir yağmur başladı ki,bardaktan değil testiden boşalırcasına.Sabaha dek de dinmemişti mübarek.Bu arada kaba betona düşen her damla kalburdan geçen kumlar gibi,sızıp içerde bir karış kuru yer kalamaycak şekilde üzerimize akıyordu.Her taraf sular seller içinde sabahı zor etmiştik...
*
Sabah prıltılı bir güneş doğunca annem var olan her şeyimizi güneşin gülüşüne sermişti.Yine de;yani bütün sefaletimize rağmen,O sabah gün ışğında yaptığımız kahvaltıyı,içtiğim çayın lezzetini daha sonra hiç bulamadım.Tuhaf belki ama ne kadar zor ve çetin de olsa,o zaman yaşamanın garip bir güzelliği ve hazzı vardı.Sonraki günlerde baktık olcak gibi değil,annem küçük kardeşlerimle köydeki eski evde,ben de babamla bizim yeni yuvamızda kalmaya karar verdik.Çünkü her halukarda orada birileri kalmak zorundaydı.Malum kışın başlangıcı.O zamanlar yağmurlar şimdilerden çok daha bol ve bereketliydi.
*
Bir kaç gün sonra bir gece yine aynı şiddette bir yağmur başlamıştı.Babamla aynı yatağı paylaşırdık.Zaten kendimi bildim bileli onun kokusunu duymadan neredeyse uyumazdım.Küçüklüğümden beri,her gece uyanır,gelip annemle aralarına girerdim,hiç bir gün benden sıkıldığını hatırlamıyorum.Tam tersine,bana yer açılsın diye döşekten yere kayar,rahat uyumamı sağlardı.Bazan kendi değil de annem bundan rahatsızlığını belli eder,bana çıkışırdı;"artık kocaman adam oldun,kendi yatağında yat"diyordu.İşte o gece de babama sımsıkı sarılmıştım,uyumaya çalışıyorduk.Evin her tarafından sular aktığı için de sözde tedbir olarak;yatağımızın altına üzerine metrelerce genişlikte naylonlar serip örtmüştük.Bu halde o şırıltılar içinde o rüzgar ve fırtına sesleriyle uyumuşum uyumasına da babam gözlerini kırpamamıştı anlaşılan.
*
Gecenin geç vakti,birden üzerime sular boşaldığını hissederek uyandım,o karanlıkta etrafı görmek imkansız.Babam el yordamıyle,elimden tuttu,"korkma hadi eve gidelim...burada daha fazla kalırsak üşütüp hastalanacağız"dedi.Yatak falan su içinde yüzüyordu,bunu yürürken ayaklarımın suya batmasından anlıyordum ancak,yine el yordamıyla kapıyı bulduk,ama sersem gibiydim,sel suları bir dere gibi bayırdan aşağı akıyordu.Babam yürüyemiyeceğimi anlamış olacak ki,beni sırtına aldı.uzun adımlarıyla sellere aldırmadan köye yöneldi.Elektrik vardı,var olmasına ya,her yağmurda olduğu gibi-elhamdulillah-yine kesikti.Sadece güvenlik amaçlı karakolun jeneratörü çalışırdı böyle zamanlarda ve projektörlerin ışıklarının olduğu karakol çevresi aydınlık,geri kalan her taraf zifiri karanlıktaydı.
*
Babam o karanlığa rağmen bir kez olsun bir şeye takılıp tökezlemeden eve kadar yürüdü.Bizim avlu kapısına bir kaç kez vurdu ama ev ile kapı arasında epey mesafe olduğundan duymadılar annemler.O gerilim ve gerginlikle kapıya bir yüklendi ki babam,kocaman iki kanatlı avlu kapısı;kasasıyla beraber duvarlardan gürültüyle sökülmüş,artık yere serilmişti.Evin kapısına vurdu sonra aynı hiddetle,annem açmak için geldi,bizi içeri aldı ve gaz lambasının ışığında hâla uyuyamamış olduğunu gördük.İşte bu yaşananlardan biraz da;babam çareyi geçici olarak ortadan kaybolup Suriye'ye kaçmakta bulmuştu.
*
Babam gittikten sonra,ortada yetimler gibi kalmıştık.Geçim gerekiyordu.Neyse ki ağabeyim Mehmet Tahir,Kızıltepe'de Zerga halamlarda kalarak bir iş bulmuştu,bir el arabası alıp hammallık yapmaya başlamıştı.O günlerden birinde yine akşama doğru annem tencereyi ocağa koymuş,bize makarna pişirecekti.yine yağmur bastırıyordu.annem pervaneler gibi;dualar selavatlar okuyup,dönüp duruyordu etrafımızda,yine her yer damdan akan suların istilasındaydı.O kadar ki tencerenin üzerine akan sular artık gaz ocağının ateşini de söndürünce,barınamayacağımızı anladık.Tek çareyi;bizi peşine takıp Çelebiyan'daki Zübeyde teyzemlerin evine götürmekte bulmuştu annem.O akşam vakti,o yağmurda.Hem teyzemlerin çocuklarının yanlarında olmak,hem de hiç değilse o gece kuru bir yatakta yatacak olduğumuza sevindik.
*
Teyzemle annem ağlaşıyorlardı.Biz çocuklar da dut yemiş bülbül gibiydik,her kesin gözleri kocaman olmuş,hayretle birbirmize baka kalmıştık.Birbirimize sokulmuştuk.Teyzemin çocukları da küçüktüler,ve böyle bekleşirken,teyzemin büyük kızı Aynur,hiçdeğilse aç kalmayalım diye çay filan yapmak için kalkıp kilere gitti.Bizi her görüşünde yüzünden gülücükleri eksik olmayan Aynur bile bu o akşam hiç tebessüm dahi edemiyordu.Bu arada da kapı telaşla çaldı.Aynur açmıştı,birden Mehmet Tahir ağabeyim içeri girip de bizi o halde görünce yere yığılıp hüngür güngür ağlamaya başladı.yüzünün bir yanı şişmişti.Annem de bizler gibi birileriyle kavga filan ettiğini zannedip ağlamaya,ağlarken anlaşılması zor kelimelerle konuşmaya başlamıştı.Neyse ki ağabeyim kendine geldi ve annemle teyzemi yatıştırmaya çalıştı.Anlaşılan bizi evde bulamayınca çok korkmuş ve"başlarına bir şey mi geldi"diye;bizim oraya sığındığımızdan habersiz,sormak için teyzemlere gelmişti.Yüzündeki şişlik de;daha çocukken bir gün hayvanları güderken fırtınada uçuruma yavarlanmış ve çene kemiği bir kayaya çarptığından çatlamıştı.İşte yıllar sonra tekrar o çatlağın iltihap kapmasından kaynaklanan ve tekrar nükseden bir yaraydı sadece.O zaman O'nu doktora da götürmüşlerdi ama röntgen filan çekilmediğinden,ancak yıllar sonra askerdeyken çenesinin çatladığını;orada çektirdiği röntgenden anlayabilmiştik.
*
Derken tandır ekmeğiyle Allah ne verdiyse yedik beraber,ve yataklar hazırlandı,hiç farketmeksizin,aynı anne babanın çocukları rahatlığında birbirimizin koynunda yattık.Sabah,annem teyzemle eve bakmaya gitmişlerdi.Dönüşte bizim makarna tenceresini de almış getirmişlerdi.Akşamdan beri suda bekleyen makarna ziyan olmasın diye tekrar ısıtıldı,içine maydanoz ve domates salçasından"sos"hazırlanıp konuldu.Biz çocuklar kıtlıktan çıkmış gibi kaşıkları salladık peşpeşe.Kaşla göz arasında leğenin dibinde bir makarna tanesi olsun,bırakmadık.Sonraki günlerde,zaten bu şekilde barınmanın mümkün olmadığı anlaşıldı,ağabeyim Kızıltepe'de kerpiçten yapılma ve toprak damlı iki göz odalı bir ev kiraladı ve bir kaç gün içinde bir traktörün romorkuna üç beş parça eşyamızı doldurarak taşındık.Artık Kızıltepe'ye halamlara komşu gelmiştik...
*
Artık okulumu da mecburen değiştirmiş;Kızıltepe Tepebaşı mahallesindeki İnkilap ilkokuluna naklimi aldırmıştım.Yeni öğretmene ve öğrencilere,bu arada köydekinden çok farklı olan kasaba okulunun düzenine alışmak hiç de kolay olmuyordu.Uzunca bir zaman derslerde bocaladım.Notlarım gittikçe düşüyordu.Hem babamın artık olmayışının verdiği sıkıntı hem de diğer bazı etkenler buna neden olmuştu.Tuttuğumuz ev de annemin babası yani dedeme aitti.Durumları çok iyi olmasına ve mal mülk sahibi olmalarına rağmen,hatırı sayılır bir kira parası ödüyorduk.Mehmet Tahir ve Abdülvahap ağabeylerim omuz omuza çalışıp çırpınarak bize bakmaya,ailenin çarkını döndürmeye koyuldular.Babamdan yana hiçbir haber çıkmıyordu.Her sofra konuluşunda annem sadece bir kenarda bizi seyreder ağlardı.Çocuk aklıyla yeterince kavrayamazsak da;bazan"babam yok diye ağlıyor"sanırdım,bazan da çektiğimiz sefalete ve yokluğa.Hem zaten kendimi bildim bileli,annemin hep ağladığını bilirim.
*
Kış mevsiminin ortalarına doğruydu.Yağmurlar bastırıyordu ani ve sağanak şeklinde.Dizlerime kadar gelen çizmem bile bazan okula giderken sel sularıyla doluyordu.Bir gece yine köydekine benzer bir yağmur başladı.Sabaha dek hışırtılar şırıltılar kesilmedi.Sabahçı olduğumdan erken uyanıyordum.Vakit olsa bir bardak çayla kahvaaltı eder,olmasa öğleye kadar aç idare ederdim.Her neyse...O sabah bir uyandım ki;hâla yağmur devam ediyor.Helaya gitmek için kapıyı açtığımda bir de ne görsem!sular avluyu denize çevirmiş,dediysem küçükken deniz kadar büyük geldiğinden belki.
*
Kapıda bırakılan ayakkabılarımızın kimi bulanık suyun altında zaten kaybolmuş,kalanlar da birer minik sandal gibi yüzüyorlar.Hemen anneme haber verdim,O zaten çoktan uyanmış bizim uyanmamızı bekliyormuş meğer.Mehmet Tahir ağabeyimi uyandırdı sonra,hani kalkıp bir şeyler yapsın diye,Ağabeyim yataktan kalkıp kapıdan dışarıdaki manzarayı görünce,biraz da uyku sersemi olduğundan olsa gerek,direk yatağına dönüp yorganı kafasına çekti.Sel suları o kadar yükselmiş ki;bir iki santim daha eklense zaten içeriye dolacak.Sonunda ağabeyim kaçış olmadığını anladığından kalkıp giyinmeye başladı.Ben o gün okula gidebildim yine de.Halamın eşi,Hacı Halil eniştem de yardıma koşmuş beraber suların çoğunu yolu açaçarak boşaltabilmişler.Evde ekmek yok bu kez.Ağabeyim;el arabasını komşuların yardımıyle duvarların üzerinden aşırıp işe gitmişti.
*
Halam beni eve götürüp yemek verdi.Sonra eve de ekmek filan yiyecek bir şeyler gönderdi.Aramız yoktu aslında,bilmediğim bir nedenle annemle kavgalı olmuşlardı.Bildik akrabalar arası akreplik yani.Ama bu güdük ve kısır kavgalarda kimin kimi soktuğu her zaman muğlak kalmıştır...
*
Zaman sefalete bulanmış bir kepazelikle geçiyorken,bir gün ilkokul beşinci sınıf öğretmenim Adnan Gökçen,nasıl olduysa bana ulaştı ve beni tekrar köy okuluna geri götürmek istediğini söyledi.Zaten Kızıltepe benim için o zamanlar uzak bir gurbet diyarı gibi gelmişti ki,ne yapsam ortama,okula ve oranın garip düzenine alışamamıştım.Bu yüzden de hemen kabul ettim.Kendi arabasıyla gelip evden aldı,köye götürdü beni.Bir müdet annemin büyük ablası olan Hatice teyzemlerde,kalan bir sürede de büyük dedemlerde(annemin dedesi)kalarak okulu bitirdim.
*
Tekrar Kızıltepe'ye mecburi dönüş yapmaktan başka bir yol yoktu.Döndüm ve adı türkçeye çevrilen tüm diğer köyler gibi Emrûd yani"Beşdeğirmen"köyü münübüsünde muavin olarak işe başladım.Oldum olası arabalara merakım vardı zaten.Biraz yorucu ve ezici olsa da,münübüsü akşam saatlerinde sabunlu suyla yıkamak,her yerini özenle temizlemek bana büyük bir haz veriyordu.Şoförden büyük bir gizlilikle arabayı tanımak için her denemeyi yapmaya o zamanlar başlamıştım.Debriyaja basmadan ve üstelik araba vitese takılı haldeyken ilk kontak çevirişimi unutamıyorum.Marşa basmamla,münübüsün dürtülmüş bir hayvan gibi bağırarak zıplaması bir olmuş,ya arabaya bir şey olduysa diye oldukça da korkmuştum.
*
Bir gün de;diğer günlerdeki gibi üstü tepeleme erzakla dolu üst karoserden peynir tenekeleri,yoğurt bakraçları ve meyve küfeleri(bir köylünün el birliğiyle indirirken,dalgınlıkla elimdeki peynir dolu tenekeyi"adam tutuyordur diye"bırakmışım,bir kadının"uyyyyy anam...kafam parçalandı"sesiyle kendime gelebildim.Meğer aşağıda elimden eşyayı alan adam geldi zannedip bırakmışım,o esnada kadın da arabadan inmekteymiş.Haliyle bizim teneke kafasına inmiş.İçim sızlamıştı,ama artık olan olmuştu bir kere.
*
O şekilde ufak tefek kazalarla aylarca deli danalar gibi,köyle kasaba arasında mekik dokuduk durduk.Tabi sadece bu kadarla kalmadık,Hayâllerimin başkenti Diyarbekir'i de ilk o dönemlerde görmüştüm.
*
Şimdi hangisi olduğunu hatırlayamadığım bir bayram yaklaşıyordu.Malum hazırlık ve tatlı telaş her kesi sarmıştı.Lakin bizim evde o burukluk ve hüzün havası hiç aralanmadı.Bazen babamın sınırı geçerken öldürüldüğünü duyuyorduk,bazen de gelen haberler,artık orada başka bir kadınla evlendiğini ve bir daha Türkiye'ye dönmeyeceğini.Doğru veya yalan.O'nun hakkında gelen her habere inanacak bir ruh hali hakimdi hepimizde.Her haber alışımızda bir başka keder kaplardı fakirhanemizi.Artık bayram arefesi de gelip çatmıştı."Ali dayı"diye çağırdığım ve gerçek bir dayım kadar sevdiğim;çalıştığım münübüsün şoförü,akşama doğru,çağırdı beni.Gözlerimden öpüp bayramımı kutladı,sonra yüklüce bir harçlık verdi,"git elbise falan al kendine bilâl" dedi.Ağlamaklıydım.Ne kadar almak istemesemde,parayı katlayıp cebime koydu,almazsam beni işten kovacağını söyledi o arada.Başım önümde eve geldim.
*
Annem avluda etrafı süpürmekle meşguldü.Parayı hemen O'na verdim.İsteksizce aldı,gözleri dolu dolu"oğlum ağabeyin gelsin,beraber çarşıya gider sana bir bayramlık giysiler alırsınız"dedi.İstemediğimi söyleyip içeriye kaçtım.Ben içerde,annem dışarda,ağlıyorduk,süpürgenin elinden kurtulup yere düştüğünü hatırlıyorum o arada.
*
Bayram sabahı kalktık.Ev yine o yas ve matem havası halinde.Tabi ki halamdan başka gidecek bir yerim,Oğlu Samet'ten başka da bir arkadaşım yoktu.Onların avlu kapısını açarken,halamı gördüm,beni eski elbiselerle görünce,"bu ne haldir böyle,neden bayramlık almadın kendine?"gibi bir şeyler sordu.Ağlamaktan cevap veremedim.İçeri götürüp şeker filan verdi.Babasız bir bayramın şekeri bile tatsızdı.
*
Bilâl Mardin
*
UYARI:TÜM HAKLARI YAZARINA AİTTİR,İZİNSİZ KOPYALANIP KULLANILAMAZ.