Sonbahar...yani şu güz dedikleri mevsime doğru köylük yerde;tabiatın malum uykuya hazırlanış belirtilerini bilirsiniz.Yaprakların sararmasından tutun da;kuş seslerinin azalmasına,rüzgarların daha sert ve serin esmesine,oldukça ürkütücü gök gürlemeleri eşliğinde şiddetli sağanakların sökün etmesine kadar her şey,insanın içine oturan ve uzunca bir süre kalkıp gitmeyi unutan bir hüznün bir başka ve başlı başına müsebbibidir...
*
İstanbul-köy arası gidiş gelişlerimin birine denk gelen bu sonbaharda,yine bir kaç güne kadar İstanbul'a gideceğime yakın,içimde uzunca bir zaman saklı tuttuğum Rojnur'lu hayâllerin;beni hayatımın neredeyse en yakıcı günlerine doğru sürüklediğini bilmeden,O'na olan sevdamı bir şekilde duyurma kaygısı ve O'nun buna nasıl bir tepki vereceği endişesi içinde,yumurtasını bırakacak yer arayan bir kümes hayvanı telaşında,ya da yavrusunu ağzında bilmediğimiz bir yerlere götüren kedilerin ürkekliğinde,orta yerde dolanıp duruyordum.
*
Daha yeni evlenmiş olan ablası ve teyzemin en büyük kızı Aynur'un,eşi Bilâl ile beraber köye misafir gelişlerinin,içimde sakladığım hayâlin açığa çıkmasına,yani o"kara sevdanın"patlak vermesine vesile olacağını bilmeden,bir akşam üzeri onlara"hoş geldinize"gitmiştim.İlk defa gördüğüm Aynur'un eşi Bilâl;oldukça mütevazi,cana yakın,saygılı ve espritüel bir insan olarak aklımda kaldı.Aynur'a gelince zaten fazla söze gerek yoktu.Benim"kardeşten ileri"sevdiğim bir insandı.Bir birimizin içinde büyümenin verdiği rahatlık ve serberstlikle;aynı ailenin fertleri gibiydik.
*
Ne olduysa,Bilâl'in bize gelince O'na şiir okumak için açtığım kalınca defterin kapağına yapıştırdığım karakalem bir kız resmini görmesinden sonra oldu.O,resmi görür görmez;saklı ve oldukça önemli bir sırra vakıf olan araştırmacı,acar ve hatta"mehmetçik"gazeteciler gibi sıçradı,defteri elimden aldı ve"bu kız kim?"diye sormaya başladı.İçimdekinin bilinmesini hem çok istiyor,hem de hiç istemiyordum.Ne kadar utangaç ve kaçamak cevaplarla savuşturmaya çalıştıysam da Bilâl,sonunda allem etti kallem etti,beni konuşturdu.Hem zaten konuşmasam bile kendi yarı yarıya çözmüştü o kızın kim olduğunu.Bana fazla bir söz bırakmamıştı yani...sadece onaylamam yeterli geldi O'na.
*
Bunu öğrenmenin verdiği sevinçle defteri kaptığı gibi,kolumdan tuttu ve güle oynaya"hadi Onlara(teyzemlere)gidiyoruz"dedi.Karşı koyuşlarım para etmedi,biraz sonra evlerine vardığımızda gülerek karşılandık,oturduk.Ama bir de de bana sorun nasıl oturduğumu.Hani diken üstü,ateş üstü ya da daha ötesinde ne varsa bir kaykılış ve kıvrılış ne kadar oturmak sayılırsa artık...
*
Kocaman alüminyum çaydanlıklarda çaylar geldi,dolduruldu.Ben Bilâl'e konuşmasın diye neredeyse yalvarır gibi bakarken O;ikide bir bana mütebessim bakıp manalı manalı gülümseyerek çayını karıştırdı.Defter dizlerinde duruyordu.Çayları döküp ortalığı batırma derdi olmasa,davranıp çevik bir hareketle defteri kapmak da vardı elinden ama,uzunca bir muhasebeden sonra,"artık ne olursa olsun"deyip ne yapacağını beklemeye koyuldum.
*
Sigaralar uzatıldı yakıldı,çayların karıştırlırken çıkardıkları o şen şakrak metal cam karışımı sesler arasında;Bilâl önce Aynur'a durumu çıtlattı.Ben süt dökmüş kedi vaziyetinde yüzünde belirecek ifadeyi dikkatle beklerken,yüzü aydınlandı bir gülüşle,ve bana alt dudağını hafif ısırarak"seni gidi seni"nevinden bakmalara başladılar.O arada Bilâl;"Rojnur!...şu resme bir dikkatle bak!sana benziyor mu?diyerek,defteri tutup Rojnur'un kucağına fırlatmaz mı?...Neyse ki kızcağız beklemediği halde yüzüne filan gelmeden yakalayabildi ve gülümseyerek baktı defterin kapağına.
*
Yüzüne mahcup ve utangaç bir ifade geldi kuruldu.Tamam vesikalık resmi kadar değil belki,ama gerçekten de resimdeki kız;kaşı,gözü,saçı dudağıyla,O'ydu.Zaten okuma yazma filan da bilmezdi.Bu yüzden açıp okuyacak diye korkmadan bekledim.Defterin içinde O'na yazılan ilk Kürtçe şiirlerim olduğunu birazdan zaten benim ağzımdan dinleyecekti.
*
Biraz durulup sustuk o arada abla-kardeş dışarı çıktılar.Ben Bilâl'e ne diyeceğimi bilemez haldeyken,O,elini omzuma koyup"bence kız da sana karşı boş değildi,yoksa çok bozulurdu"gibi bir şeyler söyledi.O arada az önce dışarı çıkanlar geri döndüler,Rojnur'u ilk kez yaşlı gözlerle gördüm o gün...Ağlamıştı.
*
Bir kaç gün sonra Aynurlar gitmişlerdi.Bu kez Rojnur'u görme telaşı ve kendi ağzından bana ne cevap vereceğini bilmek için duyduğum sabırsızlık artıyordu.Ne yapsam bir türlü denk gelemiyorduk,tenhalık bir yerde.Artık köylerinin civarını yol eylemiş,ciğeri kapmak için fırsat kollayan aç kediler gibi durmadan gidip geliyordum.Bir gün öğle vakti derenin oradan geçerken,O'nun orada çamaşır durulamaya gelmiş olduğunu gördüm,ama yine"bahçeye gelebilirmisin?"sorusuna olumlu cevap alamadım."Gelmek için ne bahane uyduracağımı bilmiyorum"diyordu.Öyle ya durduk yerde ben"bahçeye gidiyorum"diyebilecek kadar bile serbestliği yoktu kızcağızın.
*
Aradan bir kaç gün geçti ki;Babam;İstanbul'a beni yolcu etmek için Kızıltepe'den dönüşte bana bilet almış olacağını da söyleyince,artık O'nunla konuşmaktan da umudumu tamamen kesiyordum.Tam yola çıkacağım günün arefesinde akşam vakti,yine evlerinin yolunu tuttum.Avluda oturmuşlar,beraber tütün dizmekteydiler."Kolay gelsin"deyip selam verdim.Teyzem beni görünce"ne o teyzene yardıma mı geldin?"diye şaka yollu takıldı bana.Rojnur,oturmam için içerden o mavi boyalı tahta sandalyelerden birini getirdi.Üzerine bir de küçük bir minder koymuştu.Beni böyle düşünüyor olması,cevabının da olumlu olacağına dair bir umut vermişti bana.
*
Neyse tam da oturmuşken,Teyzem Zübeyde,çok önemli bir şey hatırlamış gibi irkilerek oğlu Mehmed'e"Oğlum yarın sen de Kızıltepe'ye gitmeyecekmisin?deden gillere biraz incir filan toplamadınız...şimdi eli boş gidersen bir sürü laf ederler,hadi vakit geç olmadan kapın sepetleri filan,hazır Beyan de gelmişken size yardım etsin,ablanla gidin bahçeye"deyince,inanılmaz bir fırsat doğmuştu bana.Çok geçmeden Rojnur,Mehmet ve ben peş peşe bahçenin yolunu tuttuk.Vakit ikindiyi geçiyordu.Bir saate kadar güneş batmaya başlardı artık.
*
Akşamın serinliğinde bahçeye varır varmaz,Mehmet bizi bırakıp elinde deriden yapılma bir seleyle ağaçlardan birinin tepesine tırmandı.Ben de nadiren işe yarıyan uzun boyumdan faydalanarak yerden,elimin erdiği dallardaki incirleri toplayıp yere atmaya başladım,Rojnur toplar diye.Bir kaçını topladı sonra"böyle yerlere atma...istersen avucuma koy,yazık yerden bir sürü toz toprak yapışıyor,pisleniyorlar"deyince,artık avuçlarım her dolduğunda O'na uzatıyordum.
*
Ellerimizin her temasında içim ürperiyordu.Uzunca bir süre hiç konuşmadan incir topladık.Aldıklarını sepete dolduruyordu.Sanki göz göze gelmemeye çalışıyorduk.Sonra biraz cesaretimi toplayıp,"Rojnur...ne diyorsun o dediğime?"diye sordum,sesim yine de titrek çıkmıştı.Avucu incirleri almak için açılmıştı,gözleri yere indiler,biraz kızarıp bozardı...İncirleri aldı zar-zor ama ben bırakmıyordum,neyse ki,"hangi dediğine ne diyorum?"diyebildi sonunda.
*
"Hani geçen Aynurlar burada,sizde misafirken konuştuklarımıza"dedim.Yine bir süre sustu ve"asıl sen ne diyorsun?"dedi tekrar.Eline bıraktım incirleri ve"ne diyeceğim,diyeceğim odur ki,senden başkası bana haram olsun!"deyiverdim.Bunu duyunca elindeki incirlerin neredeyse hepsi yere düştüler.Kimi olduğu yerde kaldı,kimileri de etrafa yuvarlaklar çizerek yuvarlandılar...Kabuklarının sıyrıldığı yerden bir sürü toz-toprak ve hayvan gübresi yapışmıştı onlara.Haklıydı,gerçekten de incirler yere atılarak toplansaymış,yarı yarıya pislik içinde olacaklardı.
*
Ben incirlerden çok,vereceği cevaba takılıp kaldım.O yerdekileri toplayıp üfleye püfleye temizleyip sepete bıraktıktan sonra,"Öyle deme"dedi,"Nasip kısmet işi bu..."Bu,ucu açık bir cevap olmuştu benim için.Daha doğrusu beklediğim ya"evet"ya da kesin"hayır"dı.Ama bu ikisi de değildi.Fazla da üsteleyemedim.Birazdan zaten sepet de ağzına dek tepeleme incir dolmuş,vakit de epey geç olmuştu.Toparlanıp bahçeden çıktık.O'nlar köylerine doğru yola koyuldular,ben de hemen yukarıdaki evimize çıktım.
*
Ertesi günün sabahı da yola çıkıyordum.Sabah Yine onların evlerine vedalaşmak için uğradım.Teyzemin ellerini öptüm.Rojnur içerden hiç çıkmadı.Her halde beni görmek istemiyor diye moralsiz çıktım ki avluya,avlu kapısına varmışken,arkamdan seslendi bana"Beyan...!gidiyormusun?yolun açık olsun"dedi.Ama o da ne?ağlıyordu,aramızdaki bir kaç metre mesafeden bile yanaklarını ıslatan göz yaşlarının güneşte parıldadıklarını görünce,sanki kalbim;hırsla sıkılmış bir yumruğun içinde kalıp eziliyor gibi oldum.
*
Yapacak bir şey yoktu.Ağlamasına içim parçalandığı kadar bir yandan da mutlu olmuştum buna.Demek ki"O da beni seviyormuş"dedim kendi kendime.Birazdan araba geldi ve istemeye istemeye de olsa,bindik.Kızıltepe'ye doğru yola koyulduk.Arka camdan dönüp bakınca,arabanın çıkardığı toz bulutunun içinden,ardımızdan bakakaldığını gördüm.Hâla o duvarın dibindeki açık pembe elbisesiyle uzaklaşırkenki hâli gözümden silinmemiştir...Belki de hiç bir zaman da silinemiyecektir...
*
Kızıltepe...Toz-toprak diyarı yani.Kızıltepe'nin o yıllardaki hali,doğunun pek çok köyden bozma kasabaları,hatta şehirleri gibi;karmakarışık plansız-programsız imarıyla,hiç bir trafik kuralının geçerli olmadığı caddeleriyle,birer mağaza ya da marketten çok;birer hallaç pazarı görünümlü iş yerleri ve dükkanlarıyle,caddelerini sokaklarını dolduran,hepsi birer farklı sebep ve ihtiyaçtan civar köylerden gelmiş türlü giyimli insanlarıyle,kimi küçük,metalden el arabasıyla,cılız ve sıska bedenlerine aldırmadan hamallık yapan,kimi omuzunda asılı koca ahşap sandıkla ve bir elinde terlikle dolaşıp ayakkabı boyayan,kimi elinde envai çeşit sürahilerle buzlu su,kimi de mendil ve kalem ya da sakız gibi şeyler satan çocuklarıyle ve tabi bu arada,sırtlarında taşıdıkları kocaman musluklu termoslarla,"acem çayı"ve bir de"buzzzzzzzzzzzz gibi limonata"diye çeşitli çıngırak sesleri eşliğinde akşamlara kadar çarşı pazarı bilmem kaç defa turlayan genç insanlarıyle,tam bir"Güneydoğu"kasabasıydı.
*
O zamanlar henüz Otobüs terminali de olmadığından,şehirlerarası otobüsler yine çarşının içinden yolcularını alır,yola öyle çıkarlardı.Her neyse...eşyalar bagajlar yerleştirildikten sonra,biletime işlenen koltuk numarasını bulup yerime oturdum.Babamla da vedalaştık o arada.Az sonra da otobüs,oldukça iri cüssesiyle,acı ve uzunca bir klakson sesiyle ağır ağır hareketlendi.Kızıltepe'yi geride bırakırken,sanki oraya hiç gitmemiş,sadece oraları kısa bir süre rüyamda görmüş de artık oldukça rahatsız edici şekilde dürtülerek uyandırılıyor gibiydim.
*
İstanbul'a vardığımız gün hava oldukça kapalı ve pusluydu.Hani sadece bu manzara bile; kopup geldiğimiz iklimin ne kadar farklı olduğunu bir bakışta tokat gibi vuruyordu insanın suratına.Burada uzunca zamanlar o güneş pırıltısını görmeye hasret kalırdık.Şimdi düşünüyorum da İstanbul'a gelip gideli neredeyse yirmi sene oluyor olmasına rağmen;hâla ne havasına,ne iklimine ne de insanına alışabilmiş değilim.Sanırım bu gidişle hiç de alışamayacağım...
*
İstanbul...hakkında yazılan çizilen çoğu övgü ve methiyelerle bezenmiş kitaplardan okuduğum kadar,yine hakkında yazılan kimi gerçek içeriklerde haber-yorum ve duyumlar da edindiğim;kocaman çatlaklar ve gediklerle kalbura dönmüş bir insan akvaryumu...Yani ben pek de anlatıldığı,ya da abartıldığı kadar pembemsi göremedim açıkçası.Sadece beton kafeslere tıkılarak oturmanın karşılığında,astronomik kiralar ödeyen,çoğu emeğinin ve hak ettiğinin neredeyse çeyreğine tekabul eden bir ücretle kıyasıya çalışan,ay başını iple çeken ama ay sonunu hep bir yığın kapatılamayan borçla getiren,fatura ödemekten,çarşıya-pazara bir kaç kuruş para arttıramayan,Kimi bakamama korkusuyla evlenmeye cüret etmeyen,kimi zar-zor evlenebildiği halde geçim darlığı yüzünden boşanan insanlarıyle...
*
Kısacası içten içe mutsuz,üst üste yalnız,gizliden gizliye ağlamaklı,açıktan açığa gururlu,derinden derine sorunlu ve acınası bir hayat yaşayan kalabalık ve duyarsız,uyuşuk hatta hipnotizmaya uğramış mağrur ama aslında mağdur suratlarıyle İstanbul...Hepsinin toplamı olarak aslında çokça çözümü imkansız gibi duran karmaşık sebeplerden muzdarip insanların yaşadığı kocamaaaaaan bir"mega"metropol...
(.....)
Ben İstanbul'u anlatmaya filan yeltenmeyeceğim.Zira kendimi hiç bir zaman bu şehre ait görmedim ve bu şehirde de kendimden hiç bir şey bulmadım...Bilenleriniz zaten biliyorlardır ya,bilmeyenler için şu kadarını söylemeden geçmiyeceğim.Nasıl ki Londra o meşhur saray ve saat kulesinden,Paris eyfel demir yığınından ibaret değilse,İstanbul'da;sultanahmet ya da galata kulesinden ibaret değildir.Şimdi bazıları"Her şehrin sembolü olan bir yapı,ya da bir takım mimari yapıları vardır,İstanbul'un sembolleri de bunlardır"diyecekler.Ama unutulan asıl gerçek;şehirlerin gerçek yüzleri ve yaşam gerçeklikleri;o sembollerde değil,o şehirlerin ara ve daha çok"arka sokaklarında"gizlidir.Her neyse,"arif'e tarif"ne hacet değil mi efendim?!...
*
Terminalde inerken vakit neredeyse öğleyi buluyordu.Benden önce gelmiş olan ağabeylerim henüz bir yerde yerleşmiş,işe de başlamış değillerdi.O yüzden son gelişimdeki gibi beni inşaatta çavuşluk yapan bir köylümüzün yanına gönderdiler.Adam da orada tam bana göre bir çaycılık işi olduğunu söyleyince;daha çok memnun oldum.Zira ne inşaatta açlışacak deneyim,ne de kaba güç ve iri bir cüssem vardı.Orada bizimkiler yerlerine yerleşene kadar kalmaya karar verdim ve işe başladım.
*
İşim kolay ve zahmetsiz sayılırdı.Pek efendi yapılı iki şantiye mühendisine çay yapıyordum.Yani arada bir kabalığıyla ve yontulmamış kazmalığıyla olmadık arızalar çıkaran Kars'lı yazıcı da olmasa,her şey yolunda sayılırdı.Tam o günlerde bir sabah kalkıp işe gittim.Suların kesilmiş olduğunu görünce,bir kaç pet şişe alıp yakındaki camiden su almaya çıktım.Oraya vardığımda bizim köylü çocuklardan birinin de su almaya gelmiş olduğunu gördüm.
*
Beraber dönerken bizim çalıştığımız inşaatın önünden geçmekte olan caddeye vardığımızda;o da ne!oldukça iri yapılı bir kadın,yüzüstü yere düşmüştü.Birden ikimiz de şaşkınlıkla baktık ve O'na doğru ne olduğunu anlamak için yaklaştık.Gözlerimden hiç silinmeyecek bir haldeydi.Kafası paramparça yarılmıştı,yüzü de;kanlar içinde kaldığından görünmüyordu.Bedeninden,daha doğrusu boynundan ve başından asfalt yolun zeminine kanlar fışkırmıştı ve hâla akıyordu.Boğazından hırıltılar-horultular duyuluyordu.Hiç unutmuyorum,kısa boylu ama dolgun bir insandı.Üzerinde mavi renk bir kot pantolon ve bir de kısa kol,turuncuya yakın sarı bir tişört vardı.
*
Etrafta ise ya henüz kimseler görmediğinden,ya da oralı olmadıklarından kimseler yoktu.Kanlar içinde yatan kadının hemen başucundan geçen trafikteki şöförler,ya gözleri yolda olduğundan görmüyorlardı,ya da görür görmez oradan uzaklaşmak için gaza basıyorlardı zaten.Yardım filan çağıralım derken,yanımdaki çocuğun"boş ver,biz karışmayalım,şimdi bizi burada görürlerse artık başımıza iş alırız demektir"demesine aldırmadan, hemen koşup şişeleri çay ocağına bıraktım,diğer taraftaki taksi durağına gidip durumu bir çırpıda telaşla anlatıp bir araba istedim.İlk sıradaki arabanın şoförü hiç de oralı olmayan bir tavırla"Yani hemşerim,başka işin yok mu Allah aşkına?şimdi kadın yaralanmış diyorsun,arabaya atarsak her taraf kan olur...sonra kim nasıl temizleyecek?"demez mi!Neredeyse adamın gıtlağına sarılacaktım,"ver o zaman anahtarları ben götüreceğim...yoksa kadın ölürse,seni şikayet ederim"deyince isteksiz ve çaresiz kabul etti.Tabi biz öyle oyalanıp gecikmiş olarak gelinceye kadar,oraya vardığımızda bir kaç insanı el birliğiyle kadını bir arabaya atarlarken gördük.
*
Bizim taksicinin arabası kanlar içinde kalıp"kirlenmekten"kurtulmuştu,ama sanırım kadın kurtulamamıştı.Aslında belki O'nu götürmüş olsak bile kurtaramazdık ya;yine de insan o anda"hastaneye yetişsin de;varsın ölecekse orada ölsün"diyor haliyle.Yani hiç değilse görevini yapmış olmak gereği işte...Sonradan öğrendim ki o kadın, her sabah beslediği bir kaç kediye mama yiyecek filan götürürmüş ve hep o yoldan gelir geçermiş.Maddi olarak da oldukça varlıklı ve nüfuzlu birinin eşiymiş.
*
Öğleye doğru bizim inşaat çavuşu,bir kaç diğer işçi ve mühendislerin de karakola götürüldüklerini duyunca,işin aslını öğrendim.İşçilerden biri,inşaatın penceresinden aşağıya(her halde)çok da dikkat etmeden iskele demirlerini atıyormuş.İşte o ağır ve oldukça tehlikeli demirlerden biri,alt kattaki balkonlardan birinin mermerinden sekip yola fırlayınca,o sırada yoldan geçmekte olan kadıncağızın tam da kafasına isabet etmiş.Sanırım bizim camiden dönüşte O'nu bulmamızdan biraz önce olmuş o kaza.Yani biraz erken gelmiş olsak,muhtemelen gözlerimizle de görecektik kaza anını...
*
Aynı gün akşam üzeri,beni çağırtması üzerine bizim Ali çavuşu görmeye gittim polis karakoluna.Ali çavuş;altmışına yakın bir yoksul insandı.Yıllardır her fukara insan gibi ailesini geçindirmek için İstanbul'a gider gelirdi.Yapabildiği tek iş de,bu inşaat işçilerine çavuşluk idi.Sakin,kendi halinde mülayim dedikleri yapıda bir insandı ya;bir kötü huyu vardı ki,bir meseleye kızıp da morali bozulup küsünce,günlerce kimselerle konuşmaz,hatta yemek bile yemezdi...Boyuna ve aralıksız tabakasından kalınca sigaralar sarıp tüttürür ve kaçak demli çayla takviye ederdi kederini...
*
Karakolda bir memur eşliğinde alt bodrumdaki nezarethaneye,bizim Ali çavuşun kapatıldığı yere indik.Biraz konuştuk.Yüzü daha bir kararıp solmuş ve oldukça üzgündü.Memura belli etmemeye çalışarak"nezarethanede sigara içmek yassahtır hemşerim"deyişlerine aldırmadan Ali amcaya,gelmeden az evvel aceleyle sarabildiğim bir kaç tane kaçak sigarayı verebildim.Bu Ali çavuş,nefes almadan durur ama;sigara içmeden mümkünatı yok duramazdı...
*
Hal böyle olunca ve o rahmetli kadıncağızın zaten öldü haberini de duyunca orada bağlasalar duramayacak oldum...Hafızamın bazı durumlarda zayıf olmasını arzu ettiğim bir durum olmasına rağmen hafızamda kalakalan görüntülerden biri oldu öylece,o rahmetli kadının can çekişme anı...Derken Bahçelievler dedikleri,yani ağabeylerimin artık yerleşip çalıştıkları yere gitmek için yola çıktım ertesi gün.
*
Ağabeylerim;birer mısır arabası almışlar,mısır satma işine başlamışlardı.Haliyle bana pek kıyamadıklarından olsa gerek,bir de meslek edinsin düşüncesiyle beni de bir konfeksiyon atölyesinde işe yerleştirdiler.Görünürde"sanat altın bilezikti"...sanattan kasıt zanaat,daha doğrusu bir meslek olunca,sanatla ne kadar alakadar olur bilinmez ya;yine de iyi yanından bakarak;işi sanata bağlayıverip,en kötüsü terziliktir deyip severek başladım...Ama şu tekstil konfeksiyon işi,ister bir basit atölye olsun,ister büyük çapta fabrika ya da sanayi,ne boyutta olursa olsun,terzilikten çok rezilliktir...
*
En çok da işçi ve emekçi insanlar için.Duyarsız ve kayıtsız insanlar kolleksiyonudur aslında konfeksiyon ortamları.Başka ülke ve coğrafyaları pek bilmem ama söz konusu memleketimiz olunca;zaten toplumdaki kronik duyarsızlık ve vurdum duymazlık,konfeksiyonda en keskin ve göze batan haliyle yaşanır ve oynanır.Bir defa,sadece elindeki üç kuruşluk sermaye ile her kesi satın aldığını zanneden patron müsveddelerinden tutun da,o patron bozuntularına bir de yaranmaya çalışan yalaka ve gammaz silik işçiler de eklenince,sömürü ve haksızlık diz değil;gırtlak boyunu aşar da geçer...En ilkel koşullarda değilse de en sömürgen koşullarda,hak ettiğinin dörtte bir oranında bir ücretle kıyasıya çalıştırılan insanların ev kiralarına yetmeyen maaşlarıyla,nasıl hem kira ödeyip hem de"geçindikleri"hep bir çözülmez sırlar ve enteresanlıklar yumağı,keşfi zor bir muammadır...
*
(DEVAMI VAR)
Bilâl Mardin
UYARI:TÜM HAKLARI YAZARINA AİTTİR.İZİNSİZ KOPYALANIP KULLANILAMAZ.
UYARI:TÜM HAKLARI YAZARINA AİTTİR.İZİNSİZ KOPYALANIP KULLANILAMAZ.
