Amatör bir şair,acemi bir ressam,meraklı bir yazar ve bestekâr bir müzisyen...


yurduma ve yarime dair...

1 Ekim 2009 Perşembe

Gözyaşı müptelâsı


Uyur uyanık halde,gözlerim sabah aydınlığına henüz alışamamışken,annemin çığlığıyla irkilip yataktan sıçradığım gibi,çıplak ayaklarla avlu kapımızdan dar sokağa fırladım."askerler babanı aralarına alıp götürdüler oğlum...yetiş git...öldürecekler!..."diyordu arkamdan.Uykudan yeni uyanan bir insan için,birden bire bunun idrakine varmak neye tekabul ederse,o korku,panik ve heyecanla köy dışında;iki yıl önce,dağlıların karakola saldırısı yüzünden boşaltmış bulunduğumuz beyaz badanalı evimize doğru,çıplak ayaklarla seke-sakına yürümeye başladım.Gerçekten de evin etrafında askerler toplanmışlar,bir astsubay durmadan sağa sola bağırıyor,askerlere bile ağıza alınmadık küfürlerle emirler sıralayıp,çatlak ve berbat bir ses tonuyla haykırıyor,konuşurken ağzından tükrükleri fırlıyordu.O karma-karışıklık içinde,belli belirsiz babamı görünceye kadar,kendimi her adımda,sökün edip ortalığı sarsacak kurşun seslerine hazırlamaya çalışıyordum.Neyse ki silah sesi filan gelmedi,biraz daha aceleyle aralarına vardım ki ne göreyim!...
*
Meğer askerler,sabahın erken saatlerinde gelmişler,evin kuru taşlarla örülü avlu duvarlarından başlayıp,kapısı-penceresi,önlerine ne gelmişse,yazık günah demeden kırmışlar,içeriyi bombardımandan çıkan bir harabeye çevirmişlermiş çoktan...Annemler de ancak,bunu gören köylülerin haber vermesiyle olayı farketmişler.Elim ayağım çözülmüştü,aynı astsubay,"evini pkk'lılara kiraya mı verdin?canları sıkıldıkça gelip buradan bize taciz ateşi açıyorlar"gibi şeyler söylüyor,hâla babama bağırıp çağırıp yakası açılmadık küfür ve hakaretlerine devam ediyordu.Babamın esmerimsi yüzü,boynuna idam ilmeği geçirilmişçesine kararmıştı...Sanki nefes alıp veremiyordu.Sadece yarım yamalak türkçesiyle duruma çekingen itirazlar etmeye çalışıyordu.Bir an dönüp bana baktı babam,O'nu hiç bu kadar çaresiz çözümsüz bakarken görmemiştim.
*
Zaten çok değil,iki yıl kadar evvel dağlılar gelip bizim evin bulunduğu tepenin oradan gerçekten de karakola baskın düzenlemişler,sanırım bir kaç can kaybı filan da olmuştu.O sıralar ben köyde olmadığım için bana anlatılanlardan biliyordum o kadarını.Ama o zaman henüz ev halkı evdelerdi.Dolayısıyle yine askerler baskın sonrası bu kez eve baskın düzenleyip babamı ve ortanca ağabeyimi almış,onbir gün boyunca insanın anlatmaktan bile ürkeceği ağır işkencelerden geçirmişlerdi.Babam günlerce kaçak tütün saramamış hale gelecek kadar.İşte bu gün de bu olay,bir kaç gün önce dağlıların açtığı taciz ateşi sebebiyle oluyordu.Aslında bu kez olayın,evin bulunduğu yerle her hangi bir ilgisi yoktu,taciz taaa dağların tepelerinden yapılmıştı,ama bu bile onlara;evin ortadan kaldırılması için yeter de artar bir bahane olmuştu.
*
Çok geçmeden duyan gören köylüler,kadın erkek,çocuk demeden etrafımıza toplanmışlardı.Yaşlılardan biri komutana ne yapacağını sordu,o da;evin akşama kadar buradan silinmesi gerektiğini;aksi halde herkesi öldüreceğini filan bağırmaya devam etti.Herkes elbirliğiyle evin eşyalarını kelimenin tam anlamıyla yangından mal kaçırır gibi taşımaya başladı.Süngülerle yırtılmış zahire çuvalları,üzerine defalarca basılıp çiğnenmiş,unufak olmuş kuru tütün balyaları,bir teki bile sağlam bırakılmamış olan,annemin özene bezene kışa hazırladığı cam kavanoz konserveleri,duvar boyu aynalı vitrin,yataklar,yorganlar ve daha bir evde olması gereken sayamadığım kadar eşya,öteberi,karman çorman bir yığın olarak,önce hallaç pamuğu gibi üst üste atılarak dışarı taşındı,sonra sağlam ya da kullanılabilir olanlardan her kes taşıyabildiği parçayı alıp,köydeki evin avlusuna götürüp üstüste yığmaya başlamıştı.Komutan dedikleri şahıs,benzinin dökülmesini emretti bir yandan.O karmaşa ve heyulâda kimse başını kaldırıp diğerine bakamıyordu bile.
*
Ben de yalınayak bir kaç kez gidip geldikten sonra,biraz nefeslenmek için durup evden yana bakarken,dumanların tüttüğünü gördüm.Bir sonbahar sabahının aydınlık güneşinde kara-mavi bir duman,dağınık bir şekilde göğe yükseliyordu...O vaziyette öylece kalakaldım.Biraz nefeslenip kendime gelmeye çalıştım,naylon ibrikten yüzüme biraz su çırptım,kurulanmadan tekrar evin etrafındaki kalabalığın oraya doğru gittim.Komutandan rica etmişler"hiç değilse evdeki ahşap direkleri çıkarıp alalım"diye,o da evi yıkmamız şartıyla kabul etmişti.Hem zaten üzeri beton kaplı olduğundan belki,tavandaki ahşap direkler çok az yanmışlar,daha çok dumanın isinden kararmışlardı.
*
En umulmadık insanlar bile yardım etmek için çırpınıyorlardı.Böyle berbat bir günde bile insanların elbirliğiyle bir şey yaptıklarını görmek;bana içimden içime bir sevinç de vermiyor değildi.El birliği edilince neler yapılabileceğinin canlı ve oldukça trajik bir örneğini yaşayarak görüyordum.Bazı yaşlı kadınlar seslice ağlıyorlardı.Sanırım üzerimde hiç o gün kadar,bana acıyarak bakan gözler hissetmemiştim.
*
Duracak düşünecek zaman olmasa da;her insanın ne yaptığı,nasıl hareket ettiği,birer resim karesi gibi hatırama kazınıp yerleşiyordu.Bu unutulmaz karelerden biri de;o çok sevgili hatta muhterem Şerif"amcam"ın,hiç bir şey yapmadan oturup,bir yandan da bu yetmezmiş gibi,bir de keyifle tabakasını çıkarıp sigara sararken,bir yandan da köylülerden biriyle şakalaşması daha çok,O'na alaylı ifadelerle takılıp,kendine mahsus tıslamalar çıkararak gülmesiydi.Bu o kadar rahatsız edici bir tavır olmuştu ki;Komutan dedikleri hissiz adam bile ona dönüp,"sen buranın ağasımısın ulan teres?!...insanların halini görmüyormusun?ne öyle kurulmuş keyif çatıyorsun,hadi davran...sen de bir şeyin ucundan tut götür"diye kalayladı.Şerif"amcam"ın yüz ifadesi işte o an görülmeye değerdi.Altına sıçmış çocular gibi,isteksizce kalktı,tabakasını kapatıp cebine koydu,yarısı yanmış ahşap direklerden birini omzuna aldı,götürüp köydeki evin avlusuna fırlatıp gözden kayboldu,akşama kadar da bir daha ortalıklarda görünmedi.
*
Unutamadığım bir diğer görüntü de;o zamanlar altı-yedi yaşlarında olan kardeşim Ferat ve zaten ondan iki-üç yaş büyük olan Zübeyde teyzemin oğlu Ali ile beraber el arabasıyla eşya taşırlarken,el arabasını boşalttıktan sonra,dönüşlerinde Ferat'ı arabaya oturtması ve güle oynaya şarkılar söyleyerek gidip gelmeleri,bu işi çok eğlenceli bir oyun gibi görmeleriydi.Şartlar ve gidişatlar ne olursa olsun,çocuk her zaman çocuktu ve hiç bir şey çocukluğun zırhına kar etmiyor,o tılsıma işlemiyordu.Aslında bir yanıyla güzeldir bu,çocukluğun her şeye karşı bu kadar insanüstü bir mukavemetinin olması.Ama bir diğer yandan,bu durumun;gören ve bilen diğer insanlar için bir trajedinin,dramın,ve facianın yarattığı tadı zehir-zemberek bir manzara olması.
*
Artık eşya taşıma faslı bitmiş ve bu kez gençler,elbirliğiyle balyozlar,kazmalar,çekiçlerle vurmaya başlamışlardı."Birlikten kuvvet doğar"derler ya,o gün birlikten yıkım doğuyordu.Komutan o gece rahat ve derin-tasasız bir uyku çekti mi bilinmez,ama o gün akşama kadar ev yerle bir edilip bırakılacaktı.Mehmet Tahir ağabeyim de aralarında her kes bir yandan vurup yıkmaya koyulurken,bir süre durup öylece onlara bakakaldım.Ağabeyim benim öyle donuk vaziyette baktığımı görünce yarı azarlar bir ses tonuyla"hadi bilal!...durup düşünme vakti değil...bir an önce yıkıp gidelim buradan"diye seslendi.Ben de diğer bir kaç gencin yaptığı gibi,kazmayı kapıp duvarlardan birinin üzerine çıktım,o kadar dengesiz bir haldeyken,bir yandan dengemi sağlamak,bir yandan da kazma sallamak öyle bir şeydi ki...Ayakta durmakta bile zorlanıyordum,bir kaç kez düşecek gibi olup ileri geri savruldum.Ama bırakamazdım,komutanın bağırtıları kulaklarımda çınlamaya devam ediyordu,hâla ne olup bittiğini anlayamamış gibiydim.Ya da zaten anlam verilebilecek bir tarafı yoktu.Her şeyi bırakıp arkama dönüp bakmaksızın koşup o lanet yerden gitmek istiyordum.
*
Biz yıkıma başlarken komutan;istediğini bir kez daha elde etmenin o nev-i şahsiyetlerine münhasır ama hiç bir zaman ne olduğunu bilemeyeceğimiz bir duygu ve edayla askerlerini topladı,hep beraber arabalara binerlerken,iki asker,içinde sadece İstanbul dönüşlerinde ağabeylerimin Ferat ve diğer kardeşlerime getirdikleri oyuncaklarının olduğu demir sandığı,içindeki envai çeşit oyuncaklarla beraber,iki yanından tutarak bagaja koyup oradan uzaklaştılar.Ben şimdiye dek kendime sormuyor değilim"hadi sandık demirdi,işlerine yarardı diye aldılar da,oyuncaklara ne halt edeceklerdi?diye.Demek ki bunların hışmına uğradığınız zaman oyuncaklarınız bile sakıncalı olabilirdi.Hani Kemal Sunal filmlerinde bir replik vardır"çoh sahıncalı bir durum"deyip düdüğe bütün gücüyle yüklenir ya;biraz o misal.Traji-palyaçoluk bir hal ve gidiş işte.
*
Demin"sandık"dedim değil mi?Evet annemin-sözümona-bir"çeyiz sandığı"vardı.Zamanın el işi ustalığıyla yapılmış ceviz ağacından mürekkep ahşap bir sandık...O sandık ilk çocukluk yıllarımda bana hep gizemli bir hazine yeri gibi gelirdi,gerçi hiç bir zaman kapağına kilit vurulmaz;aslında içindekiler bizden ve en çok da benden saklanıp kaç(ırıl)mazdı,ama yine de görünüşü bir gizem içeriyordu.Belki içgüdüsel olarak öyle bir izlenim edinmiştim,belki de çoğunlukla"sandık"deyince,ille de akla saklanan şeylerin gelmesinden ötürü böyleydi.Yıllarca o sandıkta;içinde,annemin gelinlik yıllarından kalma iki çift terlik ve bir kaç parça elbiselik süslü-yaldızlı kumaşlar bulunan küçük bir bohça olurdu.Annem;ne o iki çift terliğe kıyıp ayağına giydi,ne de o kumaşlara kıyıp kendisine elbise kestirdi.İşte o sandık,yarısı yanmış ve içindekiler kimselerin artık toplayıp bir araya getiremiyeceği kadar dağılmış olarak,dumanları tüter halde,diğer eşya yığınlarının yanına öylece savrulup bırakılmıştı.İçindekilere ne olduğunu hâla bilmiyorum ama sandığın yarıdan çoğu yanmıştı...
*
Şimdi o sandığa bakarken"gözlerime duman kaçtığından"filan değil"adam akıllı"ağladığımdan dolayı yaşlar,tüy bitmemiş yanaklarıma koşuyordu.Terlikler geldi aklıma,biri beyaz deriden ve metal pullarla süslenmiş,ötekinin de üzeri,balık motifi ile işlenmişti.Bazen o bohçada artık takılmayan eski altın bir yüzük ve"acı sakız"olurdu.Bu çoğunlukla Suriye'ye gidip gelen kaçakçıların getirdikleri ve zamanın oldukça rağbet gören sakızıydı.Hem zaten o zaman,baybalonlar,mintiler,özcanlar,tipitipler,falımlar ve daha sayamadığım envai renk,marka ve çeşitteki naylon cikletler mantar gibi türememişti.
*
Böyle olagelmiştir,ora halkının en karakteristik korkuları din ve devletten kaynaklı korkulardır;din adamlarının;doğru-yalnış vaazlarında;inanmayanlar için cehennem üzerine,azap üzerine bahsettikleri o,bol ateşli,bol akrepli,bol yılanlı,bol katranlı bol tehditli uyarı ve ikazları.İnananlar içinse;bol ödüllü,hurili,şaraplı,ırmaklı,köşklü,saraylı,ve çoğu aslı-astarı olmayan rivayetler ve bir de,devletin(ki orada devlet deyince,akla gelen tek şey asker,asker deyince de;akla gelen ilk ve tek şey devlettir)buyrukları ve"askeriye"nin kararlarına,haklı-haksız,mantıklı-mantıksız,sebepli-sebepsiz,ne olduğu bile sorgulanmadan,bir Kur'an ayeti hükmünce harfiyyen riayet edilir(di)...Bu çoğu aslında kağıt üzerinde bile olmayan keyfi ve başına buyruk fiiller"aman ha!..devletle kimse başedemez...bunlara elini versen gövdeni kurtaramazsın...hiç kimse devlete çatacak kadar ahmak olamaz...devletle kim başedebilmiş ki sen edesin?"gibi daha yüzlerce"veciz"sözlerle beslenerek uygulanır,bunlara istisnasız uyulur.İşte o günde olup biten,tartışılmaz ama bir o kadar da anlaşılmaz bir emrin,bir fermanın gereğinin yapılmasıydı.
*
O insanlarla beraber evin tavanından sonra duvarlarını yıkarken,her köşesinde yaşadıklarım(ız) canlanıyordu gözlerimde...Şimdi bunca yaşadığım,ilk gençliğimi geçirdiğim bu güzel düş yuvası,nasıl oluyordu da;yine kendi ellerimle yerle yeksan olabiliyordu?Bir insana kendi evini yıktıran o vahşi güç ve yaptırım,o zulüm nereden böyle bir hak buluyordu?Nasıl bu kadar fütursuz ve ölçüsüz oluyordu?nasıl bu kadar küstahlaşabiliyordu?Hangi gerekçeyle bunu kendine açıklıyordu?Devlet demek,her soruya cevapmıydı?devlet olmak,halkına düşman olmak anlamından başka bir anlama gelmiyecekmiydi?Devlet dedikçe;o hep mahkum olduğumuz,hakaretlere maruz kaldığımız,"bu gün git yarın yine gel"diye başlardan savsaklandığımız,insan değil,hayvan yerine bile konmadığımız,duvarlarının yarısı beyaz kireç,yarıdan aşağısı koyu-gri yağlı boya ile boyanmış asık suratlı kapılarıyla,bayraklı binalar mı gelecekti akla?...
*
Yıkım bitmemişti,ama ben o halimle daha fazla yardım edemediğim için,tekrar köydeki eve döndüm.İçerisi de zaten civar köylere kadar bu olayı duyup gelenlerle doluydu.Sanki o gün bizim evden bir cenaze çıkmıştı.O;büyük tartışmalarla,ağız dalaşlarıyla,bazı köylülerin karakola şikayetleri ve bu şikayetler üzerine babamın iki jandarma arasında karakola çekilip ifadesi alındıktan sonra komutanın"inşaata devam edebilirsin"iznini alıp dönmeleriyle,yamaca kurduğumuz naylon barakada geçirdiğimiz bol rüzgarlı ve yağmurlu gün ve gecelerle,kız kardeşlerimden Gülistan'ın o zaman bilinmeyen bir illetten hastalıklı,sararmış ağlamaklı yüzünün hüznüyle,okula sık sık geç kalışlarımla"amcam"olacak insan müsveddesi Şerif efendinin sudan ucuz bahaneleri yüzünden,sürüp giden,bitmek tükenmek bilmeyen kavgalarımızla ve daha bir çırpıda akla gelmeyen sayılması imkansız Allah'ın belası şeylerle...Ancak en önemlisi,bizi seven köylülerin gönüllü alınterleri,emekleri ve yardımlarıyla kurulan evimiz,yine aynı insanların bu kez isteksiz ve gönülsüz ve zoraki çabalarıyla bu kez yerle bir ediliyordu...O gün akşama dek çalışmanın sürmesine rağmen,yıkım işi bitmedi,karakola haber gönderilip kalanının ertesi gün bitirilmesi için izin istendi,her kes;bir ölüyü toprağa vermiş gibi,yorgun ve moralsiz evine döndü...
*
O evde Ortaokula başlamıştım,ilk gençlik yıllarımın sırtı yere gelmez coşkusundaydım,Samya'nın ellerini ilk orada tutmuştum.İlk Kürtçe şiirlerimi yazmaya orada başlamıştım.Avluya vardığımda içeri bile girmeden evin kapısındaki küçük beton sofada yere çömelip oturdum.Dirseğimi kapının eşiğine dayayıp bir sigara yaktım.O sırada da,gelen kaşık bardak seslerinden,içerdekilere çay dağıtıldığı anlaşılıyordu.Dilim damağıma yapışmıştı.Birden başucumda bir el bana bir çay uzattı.Titriyordu,bardaktan bir kaç damla üzerime de damladı,başımı çevirdim ki;o titrek elin sahibi Samya imiş meğer!...Ağlıyordu bardağı uzatırken ve elinde olmadan bir kaç göz yaşı bardağa damlamıştı.Sanırım bu yüzden bardağı geri çekti ve tutup dökmeye davranırken sıçrayarak"sakın dökme"dedim son anda..."İçine göz yaşım düştü...kusura bakma"filan dediyse de;"olsun"dedim,"böyle daha güzel..."aldım,şekerini karıştırdım ve afiyetle içtim...O öylece durmuş,yaşlı gözlerle bana bakıyordu.Belki de hâla;Samya'nın gözyaşlarıyla yıkanmış bir bardak kaçak çayın,o;ömür billah bir daha ayılmaz ve iflah olmaz sarhoşuyum...
*
_________________________________________________
ÖNEMLİ NOT:Bu yazı;bazı kabuk bağlamış yaraların tekrar deşilip kaşınması,kanaması,ya da acıların tekrar etmesi için değil;tam aksine,o insanlara yapılanların bir daha yapılmaması,o trajedilerin bir daha yaşanmaması,barış dostluk ve kardeşlik içinde yaşayacağımız bir dünyaya katkı sunması için yazıldı.Buna benzer şekil ve usullerle,4000'e yakın köyün yakılıp yıkıldığını da hesaba katarsak,olayların nasıl bir insanlık trajedisi olduğunu tahmin etmek ve görmek zor olmasa gerektir.
*
Bilâl Mardin
UYARI:TÜM HAKLARI YAZARINA AİTTİR.İZİNSİZ KOPYALANIP KULLANILAMAZ.